23 Aralık 2013 Pazartesi
Yılın sonuna bir hafta kaldı...
Kimine göre muhteşem, kimine göre kabus, kimine göre de geleceği belirleyen deneyimlerin atlatıldığı bir yılın sonuna yaklaşıyoruz. Önemli olan sizin kişisel duygunuzun niteliği... Olumsuz bir duyguya mı sahibiz, yoksa dünyevi kazançlarınızdan ötürü bulunduğunuz ruh halinin geçici zevk sarhoşluğunu mu hissediyorsunuz? Duyduğunuz, öğrendiğiniz ve gözlemlediğiniz yenilikleri ne kadar sindirebildiniz? Hedefleriniz var mıydı ve bu olası hedeflerin kaçta kaçı gerçekleşti? Hepinizin ilerlediği yolda gözlemlediği aksaklıklar yahut düzeltilmesi mecburi mekanizmalar hangi alanda? Yeni dünya yılında ulaşmak istediklerinize sabırla ulaşabilme yetenek ve arzusuna sahip misiniz? Karşınıza mutlaka ki çıkmış olan fırsatları değerlendirebilme donanımına sahip misiniz? Herşeyden önemlisi; kendiniz için olumlu ve şımartıcı bir eylemde bulundunuz mu? Olmadıysa bulunmayı düşünüyor musunuz? Bir dans dersi, bir oyunculuk kursu, paraşütle atlama, yeni bir bisiklet, kim olduğunuzu öğrenebileceğiniz bir kişisel gelişim çalışması, duygularınızı olumluya yöneltecek herhangi bir ödül yahut? Sahi kim olduğunuzun, nelerden hoşlandığınızın, nelere sevindiğinizin farkında mısınız? Farkındaysanız, basit bile olsa bu keyifli uğraşılara sahip olmak veya uygulamak adına ne kadar çaba gösteriyorsunuz? Bu hafta mümkünse biraz kendinize zaman ayırıp bu basit sorulara cevap verin. Hayatlarınızın ne kadar yalın, isteklerinizin ne kadar ulaşılabilir olduğunu görecek, hissedecek ve belki de onlara bir an önce dokunma isteğiyle dolu bir hale geçeceksiniz.
25 Kasım 2013 Pazartesi
Bilinçaltı temizliği ile özgürleşin!...
Bilinçaltı temizliği üzerine onlarca bilgiye erişebildiğinizi görür gibiyim. Her biriniz merakla bunu başarabileceğinizi, hatta deneyebileceğinizi düşünüyorsunuz, en azından... Geçmişinizde size olumsuz etkisi olan insanları affetmek ve başınızdan geçen tatsız fenomenleri affetmek başlığı altında; "ayağınızı kaydıran şirket elemanını affetmek", "size boyunuz takan eski sevgilinizi affetmek", "paşa dedenizden gelen mirasın üzerine konup sizi ortada bırakan akrabalarınızı affetmek", "kariyerinizin doruğundayken yerine gelebilme ihtimalini görüp ayağınıza takozu koyan patronunuz veya müdürünüzü affetmek", "evinize girip soyup soğana çeviren hırsızı affetmek", "yaşadığınız memleketi kötü yöneten niteliksiz yöneticileri affetmek", "karınızı/kocanızı ayartan dostunuzu affetmek"...uzar gider tüm bu affedip özgürleşme didinmeleri...
Beyninizin içindeki soyut hareketlerin bu denli basit değişimleri yapabileceğine inanıyor musunuz her şeyden önce?
Somut gerçekliklerle dolu olumsuzluklardan kurtulabilmek mümkün evet; bağımlılıklar, alışkanlıklar, tercih etmediğiniz ancak uyguladığınız davranışlar değiştirilebilir. Çünkü bunları beyninizin verdiği komutlara göre bedeniniz uygulamaktadır. Beyninizin alışık olduğu kodları beylik tekniklerle değiştirip istenilen veya olması gereken fiziki davranışlara ulaşmak olasıdır. Obezlikten de kurtulursunuz, sigaradan da, alkolden de...hatta ismi lazım değil o pis hastalığı bile yenebiliyorlar hipnoz seansları ile...(ben denemedim, kefil olmuyorum gerçekliği hakkında)
Öyle "bilinçaltını temizledim; kinden, nefretten, haksızlık duygusundan seni arındırdım" demek ne kadar inandırıcı sizce?
Kin, nefret, aşk, sevgi fenomenleri soyuttur. Beyninizin bu fenomenlere karşı verdiği tepkiler bedensel değişimlere neden olmaz. Dolayısıyla yenilen kazığı affedip özgürleşme gibi bir aldatmaca söz konusu olamaz. Özgür hissetmek karmasal bir davranıştır. Her zihnin özgürlüğü algılayış biçimi farklıdır. Affetmekle özgürleşme arasında hiçbir mantık bağı görmüyorum. Affetmek yaratıcının insiyatifinde olan bir fenomendir. İnsan özelliğine sahip bir canlının, başına gelmiş olumsuz bir davranışa verdiği tepki adalettir. Affetmeye yol açacak bir anlaşmazlık adil şekilde çözülmediği taktirde ne özgürleşmeden bahsedebiliriz, ne de aydınlanmadan...Ancak adaletsiz ve geri kalmış topluluklarda affetmek özgürleşmektir gibi bir aldatmacadan söz edilebilir. Çünkü haksızlıklar fiili olarak adalete erişemezler böyle durumlarda...beyni manipüle etmek gerekir ki adalet duygusu boşa çıksın.
Dolayısıyla bilinç temizliği, affetmeyi öğrenip özgürleşme metodu gibi yeni kavramlara kendinizi kaptırıp bir de maddi açıdan kazık yemeyin... Adaletsizliğin, haksızlığın, ahlaksızlığın yaşam biçimi haline geldiği toplumlarda, size büyülü gibi gelen uzakdoğu veya amerikan tekniklerine itibar ederken iki kere düşünmenizi öneriyorum. Sizleri gerçeklikten saptıracak mucizevi hikayelere kendi dinamikleriniz ölçüsünde yaklaşırsanız, medet umduğunuz konular da daha elle tutulur hale gelecektir.
Beyninizin içindeki soyut hareketlerin bu denli basit değişimleri yapabileceğine inanıyor musunuz her şeyden önce?
Somut gerçekliklerle dolu olumsuzluklardan kurtulabilmek mümkün evet; bağımlılıklar, alışkanlıklar, tercih etmediğiniz ancak uyguladığınız davranışlar değiştirilebilir. Çünkü bunları beyninizin verdiği komutlara göre bedeniniz uygulamaktadır. Beyninizin alışık olduğu kodları beylik tekniklerle değiştirip istenilen veya olması gereken fiziki davranışlara ulaşmak olasıdır. Obezlikten de kurtulursunuz, sigaradan da, alkolden de...hatta ismi lazım değil o pis hastalığı bile yenebiliyorlar hipnoz seansları ile...(ben denemedim, kefil olmuyorum gerçekliği hakkında)
Öyle "bilinçaltını temizledim; kinden, nefretten, haksızlık duygusundan seni arındırdım" demek ne kadar inandırıcı sizce?
Kin, nefret, aşk, sevgi fenomenleri soyuttur. Beyninizin bu fenomenlere karşı verdiği tepkiler bedensel değişimlere neden olmaz. Dolayısıyla yenilen kazığı affedip özgürleşme gibi bir aldatmaca söz konusu olamaz. Özgür hissetmek karmasal bir davranıştır. Her zihnin özgürlüğü algılayış biçimi farklıdır. Affetmekle özgürleşme arasında hiçbir mantık bağı görmüyorum. Affetmek yaratıcının insiyatifinde olan bir fenomendir. İnsan özelliğine sahip bir canlının, başına gelmiş olumsuz bir davranışa verdiği tepki adalettir. Affetmeye yol açacak bir anlaşmazlık adil şekilde çözülmediği taktirde ne özgürleşmeden bahsedebiliriz, ne de aydınlanmadan...Ancak adaletsiz ve geri kalmış topluluklarda affetmek özgürleşmektir gibi bir aldatmacadan söz edilebilir. Çünkü haksızlıklar fiili olarak adalete erişemezler böyle durumlarda...beyni manipüle etmek gerekir ki adalet duygusu boşa çıksın.
Dolayısıyla bilinç temizliği, affetmeyi öğrenip özgürleşme metodu gibi yeni kavramlara kendinizi kaptırıp bir de maddi açıdan kazık yemeyin... Adaletsizliğin, haksızlığın, ahlaksızlığın yaşam biçimi haline geldiği toplumlarda, size büyülü gibi gelen uzakdoğu veya amerikan tekniklerine itibar ederken iki kere düşünmenizi öneriyorum. Sizleri gerçeklikten saptıracak mucizevi hikayelere kendi dinamikleriniz ölçüsünde yaklaşırsanız, medet umduğunuz konular da daha elle tutulur hale gelecektir.
15 Kasım 2013 Cuma
Kışa merhaba
Kış iyice yüzünü göstermeye başladı. Genellikle insanoğlu kış mevsimine olumsuz yaklaşır. Kapalı ortamlara ve karanlık havalara girildiğinde enerji düşer, yalnızlık hissi yükselir. Aslında kış mevsimi bireylerin birbirlerine daha fazla sokulduğu, daha fazla bir araya geldiği günler için fırsattır. Sıcak havalarda uzak yerlere gidişler ilişkilerin de arasına mesafe koyar. Dolayısıyla kışın diğer insanlarla daha sık iletişime geçme eğiliminde oluruz. En önemlisi hobilerimize daha fazla zaman ayırırız. Size tavsiyem, karanlık veya olumsuz olarak değerlendirdiğiniz kış günlerini, mutlaka sahip olduğunuza inandığım hobilerinize yönelerek zenginleştiriniz. Hobilerinizin ne olması gerektiğini siz biliyorsunuz. Bunları sıralayıp sizi yönlendirmek istemiyorum. Enerjinizi yüksek, başınızı dik tutun. Sayılı gün çabuk geçer. Tekrar baharı kucaklamamıza ne kaldı ki önümüzde?
O.I.
O.I.
Ulya Işlar 2013 |
4 Kasım 2013 Pazartesi
Tüm yakınmalarının sorumlusu sensin...
Bugüne dek başına gelen huzursuz ve mutsuz eden tüm eylemlerin tek sorumlusu sensin. Suçlayacak biri veya sığınacak kaderi boşver. Tercihlerinde sapma varmış. İyi hesaplayamamışsın. Hataların sorumlusu olarak başkalarını görüyor olabilirsin ancak onları da bilerek, isteyerek sen çektin hayatına zaten... İzlediğin yolda bir pürüz, bir hata veya canını sıkacak sıkıntılar oluyorsa, onları da temizleyip devam etmek senin elinde. Hayatının her saniyesi tercihlerine ve kendi stratejilerine dayanıyor. Çözümü ve işletme özgürlüğü sadece senin elinde, beyninde ve yüreğinde... Ne kadar zamanın kaldığını bilemiyorsun belki ancak o zamanı kendi yararına göre belirleyip yönetmek te yalnızca senin elinde...
O.I.
O.I.
2 Ekim 2013 Çarşamba
Her eve lazım!
"Kedilerin en önemli özelliğinin iyi bir ŞİFACI ve GÖZLEMCİ olduğunu biliyor muydunuz ?
Kedilerin sevimli dostluklarının dışında en önemli görevi , sizin gün boyunca üzerinizde biriktirdiğiniz negatif enerjiyi ortadan kaldırmaktır. Siz uyurken bu negatifi bedeninizden kendileri çekerler. Eğer ailede birden fazla kişi varsa, o zaman onlarda aileden topladıkları çok fazla negatif yüklemesi olur.
Bu nedenle çok kilo alırlar. Siz ise bunun ona verdiğiniz yemekten ötürü olduğunu zannedersiniz ama bu doğru değildir. Onlar uyurken, sizden topladıkları negatifi boşaltırlar.
Eğer siz aşırı stres içindeyseniz, bu negatif enerjiyi boşaltmak için zamanları olmaz, dolayısıyla bu boşaltımı yapıncaya kadar negatif enerji bedenlerinde yağ olarak birikir.KEDİLER eğer bir sorununuzun olmadığını bilirlerse, o gece sizinle beraber yatmazlar.
Eğer tuhaf bir şey olmaktaysa, bunu hissedip yatağınıza atlarlar ve sizi sararlar.
Ev ve aura alanınıza zarar verecek veya o alandan enerji çalacak biri geldiğinde, kişinin negatif titreşimlerini fark eder.
O kedi sizin etrafınızda bir KALKAN vazifesi görerek sizi hemen saracaktır. Başınızda ve ayaklarınızın dibinde duracaklardır.
Evinize gelen misafir olduğunda kediler o kişiye koşarsa, okşanmak isterlerse, gelen kişinin emin olduğunu bilebilirsiniz.
Dogayla birlikte yasayan kedilerin insan aurasina daha iyi ŞİFA verebildikleri bir gerçektir. Kendilerini dogada temizleyip, topraklayip daha sonra geri enerji yüklü olarak gelme sanslari vardir.
Genel olarak evinizin durumunu ve yalniz yasiyorsaniz kendi durumunuzu, kedinizin durumundan anlayabilirsiniz. Normalden çok
uyumaya basladiysa evinizin enerjisi agirlasmistir. Ya da ajite ise her hangi bir sağlik sorunu bas gösteriyorsa, sizde de ayni bölgede sorun var mi diye kontrol edin. Ajitasyonu sizden kaynaklaniyor ya da evin enerjisinden kaynaklaniyor olabilir.
Bir kedinin yasadığı evde belli bir hastaliğa yakalanması (yaşlanmaya bağli hastaliklar hariç), genelde evdeki bir dengesizlige dikkat çeker. Kedilerin hastaliklari yasadiklari evde yasayan insanlarin ENERJİLERİ hakkinda önemli bilgiler verir.
Özellikle kediyle en fazla vakit geçiren ya da ondan en fazla uzak duran kişiye bakmak gerekir. Genelde, bu tür uç noktalari temizlemeye çalişirlar. Bir diğer olasilik, bütün ailede tekrar eden bir hastaliğa işaret ediliyor olabilir.
Ayrıca bir kediyi okşamanın KAN BASINCINI düşürdüğü bilimsel olarak ispatlanmıştır
Kediler yüksek TANSİYON hastalarına iyi gelmekte ve kan basıncını azaltmaktadır.
Bu bilgiler ışığında sevimli dostlarımız kedilere artık farklı bir bakış açısıyla da yaklaşabileceğimiz inancındayım
Kedilerin sevimli dostluklarının dışında en önemli görevi , sizin gün boyunca üzerinizde biriktirdiğiniz negatif enerjiyi ortadan kaldırmaktır. Siz uyurken bu negatifi bedeninizden kendileri çekerler. Eğer ailede birden fazla kişi varsa, o zaman onlarda aileden topladıkları çok fazla negatif yüklemesi olur.
Bu nedenle çok kilo alırlar. Siz ise bunun ona verdiğiniz yemekten ötürü olduğunu zannedersiniz ama bu doğru değildir. Onlar uyurken, sizden topladıkları negatifi boşaltırlar.
Eğer siz aşırı stres içindeyseniz, bu negatif enerjiyi boşaltmak için zamanları olmaz, dolayısıyla bu boşaltımı yapıncaya kadar negatif enerji bedenlerinde yağ olarak birikir.KEDİLER eğer bir sorununuzun olmadığını bilirlerse, o gece sizinle beraber yatmazlar.
Eğer tuhaf bir şey olmaktaysa, bunu hissedip yatağınıza atlarlar ve sizi sararlar.
Ev ve aura alanınıza zarar verecek veya o alandan enerji çalacak biri geldiğinde, kişinin negatif titreşimlerini fark eder.
O kedi sizin etrafınızda bir KALKAN vazifesi görerek sizi hemen saracaktır. Başınızda ve ayaklarınızın dibinde duracaklardır.
Evinize gelen misafir olduğunda kediler o kişiye koşarsa, okşanmak isterlerse, gelen kişinin emin olduğunu bilebilirsiniz.
Dogayla birlikte yasayan kedilerin insan aurasina daha iyi ŞİFA verebildikleri bir gerçektir. Kendilerini dogada temizleyip, topraklayip daha sonra geri enerji yüklü olarak gelme sanslari vardir.
Genel olarak evinizin durumunu ve yalniz yasiyorsaniz kendi durumunuzu, kedinizin durumundan anlayabilirsiniz. Normalden çok
uyumaya basladiysa evinizin enerjisi agirlasmistir. Ya da ajite ise her hangi bir sağlik sorunu bas gösteriyorsa, sizde de ayni bölgede sorun var mi diye kontrol edin. Ajitasyonu sizden kaynaklaniyor ya da evin enerjisinden kaynaklaniyor olabilir.
Bir kedinin yasadığı evde belli bir hastaliğa yakalanması (yaşlanmaya bağli hastaliklar hariç), genelde evdeki bir dengesizlige dikkat çeker. Kedilerin hastaliklari yasadiklari evde yasayan insanlarin ENERJİLERİ hakkinda önemli bilgiler verir.
Özellikle kediyle en fazla vakit geçiren ya da ondan en fazla uzak duran kişiye bakmak gerekir. Genelde, bu tür uç noktalari temizlemeye çalişirlar. Bir diğer olasilik, bütün ailede tekrar eden bir hastaliğa işaret ediliyor olabilir.
Ayrıca bir kediyi okşamanın KAN BASINCINI düşürdüğü bilimsel olarak ispatlanmıştır
Kediler yüksek TANSİYON hastalarına iyi gelmekte ve kan basıncını azaltmaktadır.
Bu bilgiler ışığında sevimli dostlarımız kedilere artık farklı bir bakış açısıyla da yaklaşabileceğimiz inancındayım
24 Eylül 2013 Salı
Sabır
Sabır, çıkılan bir yolda pes etmeden ulaşılacak hedef uğrunda ödenen en değerli bedeldir. Eğer o yolda maruz kalınacak bir zulüm mevcutsa, yine sabırla selamete ulaşma umudu da mevcuttur. Doğum noktasından ölüm hedefine kadar tabi olunan her sınav sabır aracılığı ile aşılır.
O.I.
O.I.
22 Eylül 2013 Pazar
Başarı Seminerleri
Günde en azından iki adet sms, mail veya sosyal paylaşım siteleri aracılığı ile "kişisel başarı ve nirvanaya ermek" tadında seminer reklamları alıyorum. Network pazarlama firmaları ürünlerini köleleri vasıtasıyla satıp ellerini sıvazlarken hep "başarı" kelimesini kullanıyor.
Benim algıda seçiciliğime göre buradaki "başarı" hayatımızın yüksek standartlarda sürdürebilmek adına gerekli kağıtçıklar olarak vücut buluyor. Çok haneli banka hesapları, pahalı kolejlere giden evlatlarımızın rahat ödenen taksitleri, yılda bir veya iki kez tekrarlanabilen yurt dışı seyahatleri yahut bir yerlerde tanınmak, birkaç televizyon programında görünmek...en önemlisi bilgi olmadan fikir sahibi olabilmenin hafifliği... İyi hoş, demek ki başarının genel bir tarifi yapılabiliyor ki üzerine seminerler, beyin fırtınaları ve münazaralar yapılabiliyor. Başarı kelimesi üzerinden iyi de paralar dönüyor, elde edebilmek adına. İyi de bireyin bir de şansı, kısmeti, kaderi gibi kavramlar da söz konusu. Bu tip soyut etkenleri neden söz konusu yapmayıp ta pembe tablolar çiziyorsunuz?
İsterseniz bir de madalyonun öteki tarafına bakalım: Dünyanın birçok ülkesinden ve kurumundan başarı ödülü almış bir ülke yöneticisinin ardından milyonlar beddua ediyor. Hukuk, adalet, çoğulculuk, empati, aydınlanma gibi kavramlar guguk olmuş durumda...Buradaki "başarı" kavramının niteliğini tarif edebilir misiniz? Yahut kendine verilen bir ilahi kabiliyetle, yaptığı onlarca ameliyat sayesinde hastalarını hayata döndüren bir doktorun aylarca, yıllarca sebebi belirlenmediği halde hapiste yatması... Burada örneklediğim iki birey de kendi alanlarında başarı elde etmiş kişiler...daha doğrusu başarıları çok uluslu anlayışlar tarafından kabul edilip belgelenmiş. Şimdi bana biri çıkıp ta "başarı semineri veriyorum, ücreti de şu kadar" dediği zaman ben o semineri verecek kişinin cinsel hayatındaki başarıyı sorguluyorum. Çok üzgünüm.
Sahi, sizlerin başarılı olduğunuz alan ve bunun mükafatının niteliği nedir? Hemen cevaplamayabilirsiniz. Çok iyi anlayabilirim bu duraksamanızı...
Sahi, sizlerin başarılı olduğunuz alan ve bunun mükafatının niteliği nedir? Hemen cevaplamayabilirsiniz. Çok iyi anlayabilirim bu duraksamanızı...
16 Eylül 2013 Pazartesi
Teklifsiz İletişim
Yaş seviyemiz veya konumumuz ne olursa olsun, çevremizi kuşatan insanlarla iletişim halinde olmamız kaçınılmazdır. Hayat akışımızda öyle veya böyle rastlantılarla, yahut kaderimizin belirlediği tesadüflerle uzak veya yakın insanlarla iletişim derecesine göre temas etmiş oluruz.
Küçük yaşlarda yetişme tarzımıza veya bize öğretilmiş terbiye ve dinamikler zorunluluğu dahilinde arkadaşlıklara yönelirken; zevkler, beğeniler ve kişisel özgürlükler geliştiğinde ise karşımıza onlarca alternatif çıkabilmektedir. Büyüme çağında teklifsiz ilişkiler dediğimiz her telden insanı hayatımıza sokma eğilimi gösterebiliriz. Zira kendimizi ifade etme, kanıtlama veya iletişime girdiğimiz bireylerin hayat dinamiklerinden tecrübe sahibi olma merakını taşıdığımız yaşlardır büyüme çağımız... Yüksek öğrenim görmeye başlanan yaşlarda çoğu zaman başka şehirlerden veya ülkelerden arkadaşlarımız da hayatımıza dahil olmaya başlar. Bu dönemde eğer ki yabancı dilimiz de varsa yurt dışına açılıp başka kültürlere sahip insanları da tanımaya ve onların iletişim alışkanlıklarına entegre olmaya çalışırız.
Otuzlu yaşlara ulaşıp kendi ailemizi kurma dürtüsü başlayınca da eşimizin çevresindeki bireylerle iletişim dönemi katlanır hayatımızdakilerin yanına ek olarak...sonrasında ise hem eşimizin, hem de kendimizin profesyonel yaşantısındaki diğer çiftler, bireyler, yaşlılar, çocuklar ve daha niceleri...
Orta yaşlara gelindiğinde ise başlar ihanetler, kıskançlıklar ve aldanılmışlarla ilgili serzeniş dönemleri... ve hemen ertesinde güven sorunları. Hayat sürecimizde iletişime en şüpheli yaklaşılan dönem bu kısımdadır. Öğretim döneminizde henüz çok genç yaşlardayken kurduğunuz iletişimlere mesafeli yaklaşmaya başlamışsınızdır. Hatta belki de çoğunu öyle veya böyle kaybetmişsinizdir zaten ki son 5-6 yıldır sosyal medyanın araçları sağolsun; dünyanın neresinde olursa olsunlar bir tuş kilidi uzaklığındalar size... Eğer başarılı ve kesintisiz bir evlilik yaşıyorsanız ve çift olarak görüşmek durumunda olduğunuz diğerleri ile henüz bir arıza yaşanmadıysa da şanslı sayılırsınız. İyi kötü, derdinizi sevincinizi paylaşıp, belki de dilinizin şişini indirebildiğini düşündüğünüz, sizi dinlemese de gözlerinize bakıp, muhtemelen akıl vermek zorunda hisseden arkadaşlarınız olacaktır. Birlikte çocuklarınızı spor salonuna getirip götürürken bir fincan kahve içtiğiniz..
Farkında mısınız bilmem ama "teklifsiz iletişim" orta yaşlara ulaşıldığında ortadan kalkıyor. O her telden arkadaşlarımız zaman içerisinde değişebiliyorlar. Aynı dili konuşuyor olsanız bile sizlere ayıracak zamanları kısıtlanıyor. Siz değişiyorsunuz. Yaşanmışlıklar teklifsiz ilişkiler kurmamızı engelleyebiliyor. Çok samimi sohbetler eşliğinde tanışılan yeni insanlar, kurulan keyifli iletişim ortaklığını devam ettirme sözünü verse bile, zamanın dinamikleri bunu haddinden fazla kısıtlayabiliyor. Bahaneler üretiliyor. Büyük şehirlerde yaşanıyorsa trafik ve zaman planlaması başlıca bahaneler haline dönüşebiliyor. Enerjiniz uyuşsa, muhabbetleriniz keyifli bile olsa zaman, trafik, güncel ve kişisel ihtiyaçların ön planda olması...ve belki de en önemlisi kurulan iletişimin ardında bir menfaat endişesinin yer alabiliyor ihtimali, kurulan o keyifli iletişimi sekteye uğratabiliyor.
İletişim hakkında akıl vermek veya olması gerekenleri aktarabilmek değil misyonum, ancak orta yaşlardan itibaren karşınıza çıkan, konumu, cinsiyeti, mesleği veya hayat görüşü farklı da olsa belirli menfaatlere bağlı kalmadan, sıkılmadan, vaatlerde bulunmadan, enerjinizi düşürmeden ve dert küpü olmadan keyifli zamanlar geçirebileceğiniz teklifsiz arkadaşlarınıza özen gösteriniz. Belki en yalnız hissettiğiniz anda size mutlaka zaman ayıracak olan kişi onlardan biridir...
Küçük yaşlarda yetişme tarzımıza veya bize öğretilmiş terbiye ve dinamikler zorunluluğu dahilinde arkadaşlıklara yönelirken; zevkler, beğeniler ve kişisel özgürlükler geliştiğinde ise karşımıza onlarca alternatif çıkabilmektedir. Büyüme çağında teklifsiz ilişkiler dediğimiz her telden insanı hayatımıza sokma eğilimi gösterebiliriz. Zira kendimizi ifade etme, kanıtlama veya iletişime girdiğimiz bireylerin hayat dinamiklerinden tecrübe sahibi olma merakını taşıdığımız yaşlardır büyüme çağımız... Yüksek öğrenim görmeye başlanan yaşlarda çoğu zaman başka şehirlerden veya ülkelerden arkadaşlarımız da hayatımıza dahil olmaya başlar. Bu dönemde eğer ki yabancı dilimiz de varsa yurt dışına açılıp başka kültürlere sahip insanları da tanımaya ve onların iletişim alışkanlıklarına entegre olmaya çalışırız.
Otuzlu yaşlara ulaşıp kendi ailemizi kurma dürtüsü başlayınca da eşimizin çevresindeki bireylerle iletişim dönemi katlanır hayatımızdakilerin yanına ek olarak...sonrasında ise hem eşimizin, hem de kendimizin profesyonel yaşantısındaki diğer çiftler, bireyler, yaşlılar, çocuklar ve daha niceleri...
Orta yaşlara gelindiğinde ise başlar ihanetler, kıskançlıklar ve aldanılmışlarla ilgili serzeniş dönemleri... ve hemen ertesinde güven sorunları. Hayat sürecimizde iletişime en şüpheli yaklaşılan dönem bu kısımdadır. Öğretim döneminizde henüz çok genç yaşlardayken kurduğunuz iletişimlere mesafeli yaklaşmaya başlamışsınızdır. Hatta belki de çoğunu öyle veya böyle kaybetmişsinizdir zaten ki son 5-6 yıldır sosyal medyanın araçları sağolsun; dünyanın neresinde olursa olsunlar bir tuş kilidi uzaklığındalar size... Eğer başarılı ve kesintisiz bir evlilik yaşıyorsanız ve çift olarak görüşmek durumunda olduğunuz diğerleri ile henüz bir arıza yaşanmadıysa da şanslı sayılırsınız. İyi kötü, derdinizi sevincinizi paylaşıp, belki de dilinizin şişini indirebildiğini düşündüğünüz, sizi dinlemese de gözlerinize bakıp, muhtemelen akıl vermek zorunda hisseden arkadaşlarınız olacaktır. Birlikte çocuklarınızı spor salonuna getirip götürürken bir fincan kahve içtiğiniz..
Farkında mısınız bilmem ama "teklifsiz iletişim" orta yaşlara ulaşıldığında ortadan kalkıyor. O her telden arkadaşlarımız zaman içerisinde değişebiliyorlar. Aynı dili konuşuyor olsanız bile sizlere ayıracak zamanları kısıtlanıyor. Siz değişiyorsunuz. Yaşanmışlıklar teklifsiz ilişkiler kurmamızı engelleyebiliyor. Çok samimi sohbetler eşliğinde tanışılan yeni insanlar, kurulan keyifli iletişim ortaklığını devam ettirme sözünü verse bile, zamanın dinamikleri bunu haddinden fazla kısıtlayabiliyor. Bahaneler üretiliyor. Büyük şehirlerde yaşanıyorsa trafik ve zaman planlaması başlıca bahaneler haline dönüşebiliyor. Enerjiniz uyuşsa, muhabbetleriniz keyifli bile olsa zaman, trafik, güncel ve kişisel ihtiyaçların ön planda olması...ve belki de en önemlisi kurulan iletişimin ardında bir menfaat endişesinin yer alabiliyor ihtimali, kurulan o keyifli iletişimi sekteye uğratabiliyor.
İletişim hakkında akıl vermek veya olması gerekenleri aktarabilmek değil misyonum, ancak orta yaşlardan itibaren karşınıza çıkan, konumu, cinsiyeti, mesleği veya hayat görüşü farklı da olsa belirli menfaatlere bağlı kalmadan, sıkılmadan, vaatlerde bulunmadan, enerjinizi düşürmeden ve dert küpü olmadan keyifli zamanlar geçirebileceğiniz teklifsiz arkadaşlarınıza özen gösteriniz. Belki en yalnız hissettiğiniz anda size mutlaka zaman ayıracak olan kişi onlardan biridir...
2 Eylül 2013 Pazartesi
Kişisel Gelişimde Medya Desteği ve İnandırıcılık
Öncelikle hepinize huzurlu ve önünüzü görebildiğiniz, umut dolu bir sonbahar diliyorum. "Önünü görmek" deyiminin, yaşadığımız şu günlerde ne kadar değerli bir umut söylemi olduğunun sanırım farkındasınızdır. Ekonomik ve sosyolojik olarak sıkışmışlığımızın ve güven sıkıntımızın mevcudiyeti, bırakın hayallerimizi gerçekleştirebilmek, güncel hayatımızdaki ihtiyaçların bazılarının bile lüks duruma dönüşmesine neden olabilmektedir. Ellerimizde kalan ortalama standart ve imkanların değerini daha iyi kavramakta, bunun için de sık sık şükretmekteyiz. En azından sade bir vatandaş ve ortalama bir insan evladı olarak ben bunu yapıyorum ve ısrarla da danışanlarıma tavsiye ediyorum.
Güven sıkıntımız dedik. Zira huzuru bulabilmek adına eminim çoğumuzun ihtiyacı olan güvendir. Kimi ekonomik, kimi tıbbi, kimisi de çevresinde iletişimde olduğu yakınlarının sadakatine dair güven ihtiyacı hissetmektedir. Bunun için de kendi inanç sistemlerine denk düşen karakterlerle iletişimde bulunmaya özen göstermektedirler. Bunun umutlarımıza izdüşümü ise sevgi ve saygı olarak beslenmektedir. Yöneticilerimize, ebeveynlerimize, dostlarımıza, yönettiklerimize, çalışanlarımıza, sevgililerimize beslediğimiz güven duygusu beraberinde sevgiyi ve saygıyı da getirmektedir. Gözlerinizi kapatıp, hayatınızda "saygı" duyduğunuz otoritelere karşı güven duygunuzun olup olmadığını düşünün. Ne kadar yetersiz ve pamuk ipliğine bağlı bu kavram değil mi? Ne kadar birbirlerine bağımlı devinim gösteren duygular, öyle değil mi?
Güven, saygı ve beraberinde gelen "sevgi" duyguları... Herbirimiz birilerini sevdiğimizi iddia ederiz. Ancak saygımızı ve güvenimizi de aynı oranda o birilerine karşı hissedebiliyor muyuz? Bu kadar güvenin diplere vurduğu bir toplum yaşantısında saygı ve beraberinde gelebilen bir sevgiye yer açabilir misiniz?
İşte bu bilinç düzeyinde, toplumu domine eden medyanın etkileri ve bu medya içerisinde kendine öyle veya böyle yer açan kişi veya kurumların işleyişindeki tıkanıklıklara bakalım şimdi de...
Bulunduğunuz şehirde veya kasabada giderek azalan kitap evlerinde en çok okunan ve takip edilen yayınların büyük bir yüzdesinin kişisel gelişimle ilgili yayınlar olduğunu eminim fark etmişsinizdir... Mucize halinde insanlara dayatılan bu üç aşağı beş yukarı aynı içeriğe sahip yapıtlarda, yaşadığınız toplumun gerçeklerine uyum gösteren tavsiyelere, tıkanıklıkları aşmak için lazım olan verilere ve araçlara rastlayabiliyor musunuz? Sizin hayat dinamiklerinizde eksik olan taraflara deva olan kitabın seçimini neye göre yapıyorsunuz? Peki en önemlisi, hayatınızın dinamikleri ile barışık bir halde misiniz ki birilerinin binlerce kişiye hitaben yazdığı eserinde kendinize uygun bir yol açıp, bu yoldaki ihtiyaçlarınız için verileri toplayabiliyorsunuz?
Daha önceki makalelerimde beynimizin yaşadığımız tüm fenomenler için koruma kalkanı oluşturup, olumsuz düşüncelere göre tavır aldığını ve bu tavırlar neticesinde öğrenilmiş çaresizliklerle dolu yaşam dinamikleri geliştirdiğimizden söz etmiştim. Bu teorem hepimizin beyni için aynı etkiye sahip. Afrika kabilesindeki Zulu kadını da, Kanada'da yaşayan şirket üst düzey yöneticisi de buna göre tepkilerini belirliyor. Dolayısıyla çok kaba tabirle "sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" atasözündeki süt, hayatlarımızdaki tüm olumsuz tecrübelerimize denk düşmekte, yoğurt ise bize sunulan kaderimizde izlediğimiz her türlü deneyime karşılık gelmektedir. Beynimiz ise hep süte göre davranış gösterir...
Dolayısıyla kişisel gelişim eserlerinde hep olumlu, özgür iradeyi öne çıkartan, mevcut hayat kural ve felsefelerine kafa tutan, "yarın ölecekmiş gibi yaşa" tadında sorumsuzluğu ve hayat misyonunu belki de geri plana atan söylemler ve tavsiyeler uçuşmakta bana göre... yani yoğurda göre maya dağıtılıyor. Oysa bireylerin ihtiyacı, acıyı deneyimleten sütün zararlarından ziyade yararlı tarafları ile barıştırmak. Yoğurdun kaynağı ne kadar kaçınsak ta sütte bulunuyor.
"S**tir Et", "Beyaz Mucizeler" "Aşk Kuantumu", "İçindeki gücü keşfet" "Gerçekten yaşıyor musun?" "Hayal Avcılığı" "Büyük Düşünmenin Büyüsü" "Hayal et, olsun" vs vs vs....
Medya kanalları da mevcut dünya düzeninin işleyişine katkı sağlamak misyonunda olduğu için, bireylerin düşünme ve düşünmeye sevk etme, kendi özgür düzenini yaratabilme eylemlerini kısıtlama yoluna gitmektedirler. Bu nedenle tekel zihniyete sahip medya organlarının finanse ettiği, pıtrak gibi çoğalan, çoğunlukla siyasi gücü dünya düzenini belirleyen ülkelerin yazarları tarafından kaleme alınan tılsım, mucize, gerçeklikten ve hitap edilen ülke dinamiklerinden uzak kanıtlanmış teknik ve öğretilerden bihaber eserler ortaya çıkmaktadır. Daha önceki hayatı muamma olan kişiler "mürit" edasıyla topluma pompalanmakta, kişisel çıkmazda olan insanlarımız ise bu kişilerin çoğunlukla yabancı kaynaklı yayınlardan kopyala-yapıştır (!) esasıyla düzenledikleri eserlere büyük ilgi göstermekte ve bu kaynakları hayat dinamiklerini hiç göz önünde bulundurmadan takip edip uygulamaya çalışmaktadırlar. Üstelik bu mürit edasıyla toplumda söz sahibi olup kazanç sağlamaya çalışan kişiler, işini teknik kurallar dahilinde sürdürmeye çalışan ve kendilerine rakip gördükleri gerçek danışmanları karalamak adına hiçbir engel görmemektedirler.
Hayatı diplerde yaşadığı bir anda karşısına mucizevi bir farkındalık şansı çıkan ve bu konuda okuduğu kitaplarla hayatı değişen ve her ne hikmetse yaptığı çalışmalarla milyoner olan insanların hikayesi mi size çarpıcı geliyor, yoksa kendi izlediğiniz hayat yolunda güveni, saygıyı ve sevgiyi daim ettiğiniz doyurucu ve tatminkar ilişkiler yumağı mı, sahip olduğunuz değerlerin ayırdına varıp olumsuz olduğunu düşündüğünüz kişisel taraflarınızdan sıyrılabildiğiniz küçük ipuçları mı?
Neden en ufaktan başlayıp, kendinize özgün ve büyük gelişimi başarmayasınız? Hiçbir sahteliğin ve güvensizliğin size bulaşmadığı o size özgü deneyimlerinizi geliştirmeniz sadece sizin seçiminize bağlıdır. Dinamikleriniz de sizin belirleyeceğiniz biçimde yönünüzü belirler.
Güven sıkıntımız dedik. Zira huzuru bulabilmek adına eminim çoğumuzun ihtiyacı olan güvendir. Kimi ekonomik, kimi tıbbi, kimisi de çevresinde iletişimde olduğu yakınlarının sadakatine dair güven ihtiyacı hissetmektedir. Bunun için de kendi inanç sistemlerine denk düşen karakterlerle iletişimde bulunmaya özen göstermektedirler. Bunun umutlarımıza izdüşümü ise sevgi ve saygı olarak beslenmektedir. Yöneticilerimize, ebeveynlerimize, dostlarımıza, yönettiklerimize, çalışanlarımıza, sevgililerimize beslediğimiz güven duygusu beraberinde sevgiyi ve saygıyı da getirmektedir. Gözlerinizi kapatıp, hayatınızda "saygı" duyduğunuz otoritelere karşı güven duygunuzun olup olmadığını düşünün. Ne kadar yetersiz ve pamuk ipliğine bağlı bu kavram değil mi? Ne kadar birbirlerine bağımlı devinim gösteren duygular, öyle değil mi?
Güven, saygı ve beraberinde gelen "sevgi" duyguları... Herbirimiz birilerini sevdiğimizi iddia ederiz. Ancak saygımızı ve güvenimizi de aynı oranda o birilerine karşı hissedebiliyor muyuz? Bu kadar güvenin diplere vurduğu bir toplum yaşantısında saygı ve beraberinde gelebilen bir sevgiye yer açabilir misiniz?
İşte bu bilinç düzeyinde, toplumu domine eden medyanın etkileri ve bu medya içerisinde kendine öyle veya böyle yer açan kişi veya kurumların işleyişindeki tıkanıklıklara bakalım şimdi de...
Bulunduğunuz şehirde veya kasabada giderek azalan kitap evlerinde en çok okunan ve takip edilen yayınların büyük bir yüzdesinin kişisel gelişimle ilgili yayınlar olduğunu eminim fark etmişsinizdir... Mucize halinde insanlara dayatılan bu üç aşağı beş yukarı aynı içeriğe sahip yapıtlarda, yaşadığınız toplumun gerçeklerine uyum gösteren tavsiyelere, tıkanıklıkları aşmak için lazım olan verilere ve araçlara rastlayabiliyor musunuz? Sizin hayat dinamiklerinizde eksik olan taraflara deva olan kitabın seçimini neye göre yapıyorsunuz? Peki en önemlisi, hayatınızın dinamikleri ile barışık bir halde misiniz ki birilerinin binlerce kişiye hitaben yazdığı eserinde kendinize uygun bir yol açıp, bu yoldaki ihtiyaçlarınız için verileri toplayabiliyorsunuz?
Daha önceki makalelerimde beynimizin yaşadığımız tüm fenomenler için koruma kalkanı oluşturup, olumsuz düşüncelere göre tavır aldığını ve bu tavırlar neticesinde öğrenilmiş çaresizliklerle dolu yaşam dinamikleri geliştirdiğimizden söz etmiştim. Bu teorem hepimizin beyni için aynı etkiye sahip. Afrika kabilesindeki Zulu kadını da, Kanada'da yaşayan şirket üst düzey yöneticisi de buna göre tepkilerini belirliyor. Dolayısıyla çok kaba tabirle "sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer" atasözündeki süt, hayatlarımızdaki tüm olumsuz tecrübelerimize denk düşmekte, yoğurt ise bize sunulan kaderimizde izlediğimiz her türlü deneyime karşılık gelmektedir. Beynimiz ise hep süte göre davranış gösterir...
Dolayısıyla kişisel gelişim eserlerinde hep olumlu, özgür iradeyi öne çıkartan, mevcut hayat kural ve felsefelerine kafa tutan, "yarın ölecekmiş gibi yaşa" tadında sorumsuzluğu ve hayat misyonunu belki de geri plana atan söylemler ve tavsiyeler uçuşmakta bana göre... yani yoğurda göre maya dağıtılıyor. Oysa bireylerin ihtiyacı, acıyı deneyimleten sütün zararlarından ziyade yararlı tarafları ile barıştırmak. Yoğurdun kaynağı ne kadar kaçınsak ta sütte bulunuyor.
"S**tir Et", "Beyaz Mucizeler" "Aşk Kuantumu", "İçindeki gücü keşfet" "Gerçekten yaşıyor musun?" "Hayal Avcılığı" "Büyük Düşünmenin Büyüsü" "Hayal et, olsun" vs vs vs....
Medya kanalları da mevcut dünya düzeninin işleyişine katkı sağlamak misyonunda olduğu için, bireylerin düşünme ve düşünmeye sevk etme, kendi özgür düzenini yaratabilme eylemlerini kısıtlama yoluna gitmektedirler. Bu nedenle tekel zihniyete sahip medya organlarının finanse ettiği, pıtrak gibi çoğalan, çoğunlukla siyasi gücü dünya düzenini belirleyen ülkelerin yazarları tarafından kaleme alınan tılsım, mucize, gerçeklikten ve hitap edilen ülke dinamiklerinden uzak kanıtlanmış teknik ve öğretilerden bihaber eserler ortaya çıkmaktadır. Daha önceki hayatı muamma olan kişiler "mürit" edasıyla topluma pompalanmakta, kişisel çıkmazda olan insanlarımız ise bu kişilerin çoğunlukla yabancı kaynaklı yayınlardan kopyala-yapıştır (!) esasıyla düzenledikleri eserlere büyük ilgi göstermekte ve bu kaynakları hayat dinamiklerini hiç göz önünde bulundurmadan takip edip uygulamaya çalışmaktadırlar. Üstelik bu mürit edasıyla toplumda söz sahibi olup kazanç sağlamaya çalışan kişiler, işini teknik kurallar dahilinde sürdürmeye çalışan ve kendilerine rakip gördükleri gerçek danışmanları karalamak adına hiçbir engel görmemektedirler.
Hayatı diplerde yaşadığı bir anda karşısına mucizevi bir farkındalık şansı çıkan ve bu konuda okuduğu kitaplarla hayatı değişen ve her ne hikmetse yaptığı çalışmalarla milyoner olan insanların hikayesi mi size çarpıcı geliyor, yoksa kendi izlediğiniz hayat yolunda güveni, saygıyı ve sevgiyi daim ettiğiniz doyurucu ve tatminkar ilişkiler yumağı mı, sahip olduğunuz değerlerin ayırdına varıp olumsuz olduğunu düşündüğünüz kişisel taraflarınızdan sıyrılabildiğiniz küçük ipuçları mı?
Neden en ufaktan başlayıp, kendinize özgün ve büyük gelişimi başarmayasınız? Hiçbir sahteliğin ve güvensizliğin size bulaşmadığı o size özgü deneyimlerinizi geliştirmeniz sadece sizin seçiminize bağlıdır. Dinamikleriniz de sizin belirleyeceğiniz biçimde yönünüzü belirler.
21 Haziran 2013 Cuma
DİRENİŞ
Yazımın başlığını güncel sıkıntılarımızın genel bir başlık altında toplanması amacıyla tek bir isimle nitelendirdim. Hepimizin odaklanmış olduğu son haftaların tek bir konusu olduğu için de değinmeden geçmek istemedim. Çünkü insana ait, insanlığa ait sıkıntılar yaşıyoruz toplumca. Cinsiyet, ırk, yaş ve konum demeden topyekün bilinmezliğe doğru itildiğimiz bir toplum düzeninde kendimize ait olan küçük alanı bile koruyabilme kaygısına düşmüş vaziyetteyiz.
Doğuma büyüme İstanbul sakini olarak 42 yıllık bir ömür geçirdiğim bu şehirde Gezi Parkı sabotajının toplumsal bir açılıma (!), toplumsal bir travmaya dönüşümü diğer tüm vatanını seven vatandaş profilinde olduğu gibi benim de canımı sıktı. Daha doğrusu canımı yaktı. Legaldir, değildir, provokasyondur, dış mihraktır, cehape işidir adlandırmaları dışında en dikkatimi çeken insanların farklı görüşler veya yaşam standartlarını göz etmeksizin tek bir amaç uğrunda örgütlenmesi ve hiçbir siyasi otoritenin güdümünde olmadan planlı ve içgüdüsel bir tasarımda hareket etmesiydi. Gezi Parkı organizasyonlarında hiçbir zaman bulunmadım. Yıllar önce yaşamış olduğum ve müzmin olarak maruz kaldığım bir göz rahatsızlığı sebebiyle hiçbir protestoya veya faaliyete katılamadım. Katıldığımda maruz kalacağım bir kimyasal gaz saldırısından görme yeteneğimi kaybetme riski taşıyacağımın bilincindeydim. Sebeplerin ve mantığının en insani ve ihtiyaca yönelik kaygılar olduğundan emindim. Tüm kalbimle de bu iyi niyet ve yapılanmayı destekliyordum. Ancak temel gereksinimi demokrasi olan bir hareketin siyasi bir mesnedi olmaması konusunda şüphelerim oluştu. Niye mi? Zira işlevsel olarak demokrasi siyasi bir araç ve mekanizmadır. Siyasi bir yapılanma veya talep olmadan demokrasi istemi bana yetersiz ve mantıken tasarlanmamış bir hareketi çağrıştırdı. Körü körüne partizanlık, yetersiz ve basiretsiz muhalefet otoritesi, şaibe söylentileri ile yıllardır çalkalanan bir seçim sandığı olgusu bütün sıkıntıların siyasi dayanağa oturtulması gerektiğine işaret ediyor zihnimde...
Yıllardır ülkenin kurulması sırasında olması gereken ve yerleştirilen kurallara zıt bir tutum işleyen siyasi sistemimizin en Kemalist değerlerle yapılandırılması gerekirken, bu kuruluş kurallarına aykırı birçok etkenin demokrasi kılıfı adında ve hoşgörü genişliği bilinciyle topluma dikte ettirilmesiyle mantık devreleri zaten kontak yapmış durumda... Bu kontak durumu, cidden bir toplumsal travma neticesinde belirli rant güçleri tarafından fırsat bilinip uygulanmış 12 Eylül darbesinden beri süregelmekte...ve Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez gençlerin önderliğinde halk ayaklanması dile gelmiş durumda. Günümüzde haberleşmenin tavan yaptığı, sosyal paylaşım siteleri sayesinde muazzam bir örgütlenmenin var olduğu 21. yüzyıl toplumlarında hız ve sonuç odaklılık çok ileri seviyede... Mutlaka ki bu hızlılık beraberinde muazzam bir bilgi kirliliğine ve doğal provokasyona da yol açmakta...
Ben bir toplum ve insan mühendisi olarak olaylara bakarken, siyasi ve insani görüşümün etkisinde kalamadan yorum yapabilme şansına sahip olamıyorum. Sadece neden ve nasıl üzerine odaklanıp bir mühendis kafasıyla sonucun en optimum çıkış noktasına erişmesini hedeflemek zorundayım.
21. yüzyıl dünyası ne yazık ki ekonomik temeller üzerine kurulmuş durumda ve ne yazık ki toplumların değil, belirli aile ve kurumların bekasını temel alan bir siyasi anlayışla düzenin çarkları dönmekte. Ne kadar donanımlı bireyler olsak ta yaşadığımız gezegenin tümünün işleyişini değiştirme gücüne sahip değiliz. Umut besleyerek hayat değişmiyor. Pozitif konuşalım en iyisi olsun demek bana göre inanılmaz bir aymazlık ve vakit kaybı. Kişisel ekonomilerin değil, toplumsal refahın eşitlenmesi için belki üzerimizde düşen her neyse uygulayabiliriz. Ancak bu sadece belirli bir azınlık kitlenin hedefleyip başarabileceği bir tutum olarak kalır. Yaşadığımız bunalım başta ekonomiktir. İkincil olarak siyasaldır. Üçüncü adımda özgürlük ve demokrasi kavramları gelmektedir. Ancak hukuk ve adaletin olmadığı bir ortamda bu beklentilerin hiçbirini karşılayamazsınız. Hukuk, disiplinsiz ve zaaflarla dolu bir hayvan nesli olan insanı, insan statüsüne ulaştırmak için konmuş etik ve evrensel kurallardır. Bu kurallar da insan olan her bireyi kapsar. Hukuğun ve adaletin sağlanması siyasi otoriteye aittir. Siyasi otorite de demokrasiyi sağlar veya şekilde görüldüğü üzere kendi tanımı olan kadük bir demokrasi ile az gelişmiş seçmenlerini uyutmaya devam eder. Dünya tarihinde bu sorgulama ve irdelemeleri yapmayan toplumlarda demokrasi bilinci gelişmemiştir. Neyse ki Gezi Parkı ile başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem, insanımızın bu saat gibi işlemesi gereken mekanizma ile ilgili bilincinin mevcut olduğunu gösterdi. Şehrine, doğal örtüsüne, geleneklerine ve insanca yaşama ihtiyacına bağlı olduğunu, bunu tehdit eden otoritenin açıkça istenmediğini, yıllarca uygulanan karanlık ve kapalı kapılar ardındaki politikalardan usandığını haykırdı. Bunu şiddette, çirkinlikten ve mantık sınırlarının dışında bir davranış sergilemeden uyguladı. Dünyanın en kalabalık metropolünün sakini olarak uyguladı. İstanbul geleneklerinin ve zenginliklerinin rant tarafından yağmalanmasına müsade etmeme stratejisiyle uyguladı.
Siyasetin, barbarca bir partizanlıkla yıkıcı olmadığı bir toplum düzenine kavuşabilmek için öncelikle demokrasinin birincil ihtiyacı olan hukuk ve adalet sisteminin tüm insanlığa eşit mesafede durması gerekiyor. Akıl almaz bir hukuk ve adalet anlayışının hükmettiği 1982 anayasasının buyurduğu, kirli bir bilişim sisteminin ait olduğu güçlere servis verdiği, en önemlisi de yüce halkın ihtiyaçlarına ve kaybettiği itibarına yakışır bir siyasi seçim sistemini öngörüyor mantığım...
Konu siyaset olunca yazılacak çok şey mevcut. Zira siyaset te bir mühendislik. Matematiksel kurallara dayalı uygulandığı sürece de insanlığın refahı için en sağlam araçlardan biri. Demokrasi isteniyorsa bu mekanizmanın en insani şekilde işletilmesi de yine bizlerin elinde...
Doğuma büyüme İstanbul sakini olarak 42 yıllık bir ömür geçirdiğim bu şehirde Gezi Parkı sabotajının toplumsal bir açılıma (!), toplumsal bir travmaya dönüşümü diğer tüm vatanını seven vatandaş profilinde olduğu gibi benim de canımı sıktı. Daha doğrusu canımı yaktı. Legaldir, değildir, provokasyondur, dış mihraktır, cehape işidir adlandırmaları dışında en dikkatimi çeken insanların farklı görüşler veya yaşam standartlarını göz etmeksizin tek bir amaç uğrunda örgütlenmesi ve hiçbir siyasi otoritenin güdümünde olmadan planlı ve içgüdüsel bir tasarımda hareket etmesiydi. Gezi Parkı organizasyonlarında hiçbir zaman bulunmadım. Yıllar önce yaşamış olduğum ve müzmin olarak maruz kaldığım bir göz rahatsızlığı sebebiyle hiçbir protestoya veya faaliyete katılamadım. Katıldığımda maruz kalacağım bir kimyasal gaz saldırısından görme yeteneğimi kaybetme riski taşıyacağımın bilincindeydim. Sebeplerin ve mantığının en insani ve ihtiyaca yönelik kaygılar olduğundan emindim. Tüm kalbimle de bu iyi niyet ve yapılanmayı destekliyordum. Ancak temel gereksinimi demokrasi olan bir hareketin siyasi bir mesnedi olmaması konusunda şüphelerim oluştu. Niye mi? Zira işlevsel olarak demokrasi siyasi bir araç ve mekanizmadır. Siyasi bir yapılanma veya talep olmadan demokrasi istemi bana yetersiz ve mantıken tasarlanmamış bir hareketi çağrıştırdı. Körü körüne partizanlık, yetersiz ve basiretsiz muhalefet otoritesi, şaibe söylentileri ile yıllardır çalkalanan bir seçim sandığı olgusu bütün sıkıntıların siyasi dayanağa oturtulması gerektiğine işaret ediyor zihnimde...
Yıllardır ülkenin kurulması sırasında olması gereken ve yerleştirilen kurallara zıt bir tutum işleyen siyasi sistemimizin en Kemalist değerlerle yapılandırılması gerekirken, bu kuruluş kurallarına aykırı birçok etkenin demokrasi kılıfı adında ve hoşgörü genişliği bilinciyle topluma dikte ettirilmesiyle mantık devreleri zaten kontak yapmış durumda... Bu kontak durumu, cidden bir toplumsal travma neticesinde belirli rant güçleri tarafından fırsat bilinip uygulanmış 12 Eylül darbesinden beri süregelmekte...ve Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez gençlerin önderliğinde halk ayaklanması dile gelmiş durumda. Günümüzde haberleşmenin tavan yaptığı, sosyal paylaşım siteleri sayesinde muazzam bir örgütlenmenin var olduğu 21. yüzyıl toplumlarında hız ve sonuç odaklılık çok ileri seviyede... Mutlaka ki bu hızlılık beraberinde muazzam bir bilgi kirliliğine ve doğal provokasyona da yol açmakta...
Ben bir toplum ve insan mühendisi olarak olaylara bakarken, siyasi ve insani görüşümün etkisinde kalamadan yorum yapabilme şansına sahip olamıyorum. Sadece neden ve nasıl üzerine odaklanıp bir mühendis kafasıyla sonucun en optimum çıkış noktasına erişmesini hedeflemek zorundayım.
21. yüzyıl dünyası ne yazık ki ekonomik temeller üzerine kurulmuş durumda ve ne yazık ki toplumların değil, belirli aile ve kurumların bekasını temel alan bir siyasi anlayışla düzenin çarkları dönmekte. Ne kadar donanımlı bireyler olsak ta yaşadığımız gezegenin tümünün işleyişini değiştirme gücüne sahip değiliz. Umut besleyerek hayat değişmiyor. Pozitif konuşalım en iyisi olsun demek bana göre inanılmaz bir aymazlık ve vakit kaybı. Kişisel ekonomilerin değil, toplumsal refahın eşitlenmesi için belki üzerimizde düşen her neyse uygulayabiliriz. Ancak bu sadece belirli bir azınlık kitlenin hedefleyip başarabileceği bir tutum olarak kalır. Yaşadığımız bunalım başta ekonomiktir. İkincil olarak siyasaldır. Üçüncü adımda özgürlük ve demokrasi kavramları gelmektedir. Ancak hukuk ve adaletin olmadığı bir ortamda bu beklentilerin hiçbirini karşılayamazsınız. Hukuk, disiplinsiz ve zaaflarla dolu bir hayvan nesli olan insanı, insan statüsüne ulaştırmak için konmuş etik ve evrensel kurallardır. Bu kurallar da insan olan her bireyi kapsar. Hukuğun ve adaletin sağlanması siyasi otoriteye aittir. Siyasi otorite de demokrasiyi sağlar veya şekilde görüldüğü üzere kendi tanımı olan kadük bir demokrasi ile az gelişmiş seçmenlerini uyutmaya devam eder. Dünya tarihinde bu sorgulama ve irdelemeleri yapmayan toplumlarda demokrasi bilinci gelişmemiştir. Neyse ki Gezi Parkı ile başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem, insanımızın bu saat gibi işlemesi gereken mekanizma ile ilgili bilincinin mevcut olduğunu gösterdi. Şehrine, doğal örtüsüne, geleneklerine ve insanca yaşama ihtiyacına bağlı olduğunu, bunu tehdit eden otoritenin açıkça istenmediğini, yıllarca uygulanan karanlık ve kapalı kapılar ardındaki politikalardan usandığını haykırdı. Bunu şiddette, çirkinlikten ve mantık sınırlarının dışında bir davranış sergilemeden uyguladı. Dünyanın en kalabalık metropolünün sakini olarak uyguladı. İstanbul geleneklerinin ve zenginliklerinin rant tarafından yağmalanmasına müsade etmeme stratejisiyle uyguladı.
Siyasetin, barbarca bir partizanlıkla yıkıcı olmadığı bir toplum düzenine kavuşabilmek için öncelikle demokrasinin birincil ihtiyacı olan hukuk ve adalet sisteminin tüm insanlığa eşit mesafede durması gerekiyor. Akıl almaz bir hukuk ve adalet anlayışının hükmettiği 1982 anayasasının buyurduğu, kirli bir bilişim sisteminin ait olduğu güçlere servis verdiği, en önemlisi de yüce halkın ihtiyaçlarına ve kaybettiği itibarına yakışır bir siyasi seçim sistemini öngörüyor mantığım...
Konu siyaset olunca yazılacak çok şey mevcut. Zira siyaset te bir mühendislik. Matematiksel kurallara dayalı uygulandığı sürece de insanlığın refahı için en sağlam araçlardan biri. Demokrasi isteniyorsa bu mekanizmanın en insani şekilde işletilmesi de yine bizlerin elinde...
29 Mart 2013 Cuma
KİŞİSEL GELİŞİMİ DOĞRU KULLANMAK
Eminim sizler de mesleğiniz, hayat duruşunuz, inancınız, kimliğiniz ve kabiliyetinizle son 10-15 yıl içerisinde bir sektör haline dönmüş olan kişisel gelişimi öyle veya böyle takip etmektesiniz. Sürekli değişen bir dünya düzeninde, temeli değişim olan bu çalışmalarda muhtemelen kendi merak veya eğilimlerinize göre bir ilgi noktası yakalamış olduğunuzu düşünüyorum.
Kişisel gelişim uzmanı payesinden ziyade "kişisel gelişimci" olarak biraz kendi bakış açımı ve fikirlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Zira ünvanım ortadayken, sürekli değişen ve gelişen bir birey halinde olduğumu savunup bu sektörde insanlara fayda sağlayan bir "kişisel gelişimci" olmanın hafifliğine sığınmayı tercih ediyorum.
Farkında olduğunuz üzere, dünya literatüründe bu alanda yazılan sayısız kaynak mevcut ve her gün yenileri ekleniyor. Sürekli yeni kişisel gelişim profesyonelleri sisteme katılıyor ve ticari kazanç eldesi de giderek yükseliyor. Kişisel gelişim, sahip olduğu isimlendirmeye layık bir grafik çizdiğini sanmamaktan öte, sadece muallakta kalabilen yaşam hikayelerinin modellenmesiyle bireylere aktarılmakta, ve temeli ekonomik mutluluk haline dönüşen dünyamızda, bireyleri özgürleştirmekten çok, bu üstün yaşam efsanelerine öykünmelerini ve kendilerine has olmalarını engellemektedir. Nasıl mı?
Kişisel gelişimin kaynağı iletişimdir. Birey, yaşadığı hayatta tek olmadığını ve etrafını saran tüm canlılarla uyum ve ahenk halinde bulunduğunun bilincine varıp yaşadığı sürece gelişir, üretir ve aktarır. İletişimle sever, nefret eder, özler ve üzülürüz. Olumlu veya olumsuz inanç ve düşüncelerimizin kaynağında hep "diğerleri" ile olan yaklaşım ve temaslar yatmaktadır. Kişisel gelişimin bana göre en değerli araçlarından biri olan NLP, bireylerin kimliklerinin değiştirilemez olduğunu ortaya koyar. Birey sadece bir tanedir ve kendine özel olmak zorundadır. Doğru gördüğü diğerlerinden modelleme yapabilir, inançlarını değiştirip kabiliyetlerini geliştirebilir. Ancak kimliğini değiştiremez. Kimliğini değiştirmeye kalktığında veya bunu yapmaya çalıştığını sandığında iletişimlerinde arızalar çıkması olasıdır.
Kişisel gelişim kitaplarında sanki insanlığın hiç keşfedemediği büyük sırların varlığından bahsedilir. Bu sırları keşfettiğine inanan duayenler (!) kişisel gelişimin dayanağı ve araçları olan bilim dallarını istismar etmekten kaçınmazlar. Kişisel gelişimin mecrası insandır ve insanı manipüle etmek üzerine kurulu her ilüzyon günümüz sosyolojisinde mubahtır. Ne yazık ki art niyetli kullanıldığında, insan ruhunu ve bilinçaltı değerlerine nüfuz eden tüm araçlar silah olarak kullanılabilmektedir. İnsan denen varlık para ile tüm imkanlara sahip olacağını, onunla güç elde edeceğini yüzyıllardan beri odak noktası yaptığından beri de, bereket, bolluk ve özgürlük kaynağı olarak para metası ön plana çıkartılmaktadır. Bu düz mantık ve gerçek ışığında da insanlara "kendi" olma güdüsü dışında hep bir modelleme ve mucizevi (!) şekilde başarılı olmuş kişilere öykünmeleri beklenmektedir.
Olumsuz bir gözle baktığımı düşünebilirsiniz. Çünkü artık cep telefonlarımıza sms eşliğinde gelen "kişisel gelişim ve koçluk programları" satma eylemi, konunun nasıl ticarete dönüştüğünün bir göstergesi haline gelmiştir. Kimliklere hükmetmeye de kimsenin hakkı yoktur.
İnsanlara faydalı olmak iyi niyetiyle yıllar önce bu işe başlayan uzmanların milyon dolarlık servetler elde edip, mucize ve tılsım kitapları yazıp, çoğu zaman daha önce yazılmış kitaplardan alıntılar yapıp rant sağlamaları kimsenin gelişmesine fayda sağlamaz... "Ben geçmişte tam bir kaybedendim ama şunları şunları yaptım, karun oldum. Siz de yapın hayatınız değişecek. Ancak bunun bedeli de şudur" demekten kaçınmayan uzman enflasyonu ile dolu toplum... Farkında mısınız?
Öncelikle verilen hizmet neyse, bilimsel nedenlere ve sonuçlara dayandırılması gereklidir. Tılsım, medyumluk, hurafeler, aslı astarı ispatlanmamış öğeler özellikle de bilinçli olarak cahilleştirilmiş toplumların insanlarına ilaç gibi gelir. Stratejilerin kaynağı insanlara faydadan ziyade, belirli birilerinin veya kurumların menfaatine fayda sağlamaksa kişisel gelişim altında pazarlanan bu ticaret tehlikelidir.
İnsanı geliştiren, farkındalık kazanmasına aracılık eden, bu farkındalığı doğru kanallarla hayatına uygulamasına müsade eden tüm araç gereç ve bilgi kişisel gelişime destek olur. Ancak ne yazık ki günümüzde bu araçlar ve uygulayıcılarının, maddi rant ve giderek canavarlaşan egolarıyla insani (!) faydaya zarar verdiklerini üzülerek izlemekteyim.
Tüm bu sıraladıklarım kişisel bakış açım ve kendime has yargılarımdır. Değişim ve gelişim göstermek istediğiniz taraflarınız size aittir ve size özgüdür. Dünyada tek ve benzersiz olduğunuz için de sadece ihtiyacınız olan faydayı en doğru kanallardan sağlayabilmenizi diliyorum.
Kişisel gelişim uzmanı payesinden ziyade "kişisel gelişimci" olarak biraz kendi bakış açımı ve fikirlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Zira ünvanım ortadayken, sürekli değişen ve gelişen bir birey halinde olduğumu savunup bu sektörde insanlara fayda sağlayan bir "kişisel gelişimci" olmanın hafifliğine sığınmayı tercih ediyorum.
Farkında olduğunuz üzere, dünya literatüründe bu alanda yazılan sayısız kaynak mevcut ve her gün yenileri ekleniyor. Sürekli yeni kişisel gelişim profesyonelleri sisteme katılıyor ve ticari kazanç eldesi de giderek yükseliyor. Kişisel gelişim, sahip olduğu isimlendirmeye layık bir grafik çizdiğini sanmamaktan öte, sadece muallakta kalabilen yaşam hikayelerinin modellenmesiyle bireylere aktarılmakta, ve temeli ekonomik mutluluk haline dönüşen dünyamızda, bireyleri özgürleştirmekten çok, bu üstün yaşam efsanelerine öykünmelerini ve kendilerine has olmalarını engellemektedir. Nasıl mı?
Kişisel gelişimin kaynağı iletişimdir. Birey, yaşadığı hayatta tek olmadığını ve etrafını saran tüm canlılarla uyum ve ahenk halinde bulunduğunun bilincine varıp yaşadığı sürece gelişir, üretir ve aktarır. İletişimle sever, nefret eder, özler ve üzülürüz. Olumlu veya olumsuz inanç ve düşüncelerimizin kaynağında hep "diğerleri" ile olan yaklaşım ve temaslar yatmaktadır. Kişisel gelişimin bana göre en değerli araçlarından biri olan NLP, bireylerin kimliklerinin değiştirilemez olduğunu ortaya koyar. Birey sadece bir tanedir ve kendine özel olmak zorundadır. Doğru gördüğü diğerlerinden modelleme yapabilir, inançlarını değiştirip kabiliyetlerini geliştirebilir. Ancak kimliğini değiştiremez. Kimliğini değiştirmeye kalktığında veya bunu yapmaya çalıştığını sandığında iletişimlerinde arızalar çıkması olasıdır.
Kişisel gelişim kitaplarında sanki insanlığın hiç keşfedemediği büyük sırların varlığından bahsedilir. Bu sırları keşfettiğine inanan duayenler (!) kişisel gelişimin dayanağı ve araçları olan bilim dallarını istismar etmekten kaçınmazlar. Kişisel gelişimin mecrası insandır ve insanı manipüle etmek üzerine kurulu her ilüzyon günümüz sosyolojisinde mubahtır. Ne yazık ki art niyetli kullanıldığında, insan ruhunu ve bilinçaltı değerlerine nüfuz eden tüm araçlar silah olarak kullanılabilmektedir. İnsan denen varlık para ile tüm imkanlara sahip olacağını, onunla güç elde edeceğini yüzyıllardan beri odak noktası yaptığından beri de, bereket, bolluk ve özgürlük kaynağı olarak para metası ön plana çıkartılmaktadır. Bu düz mantık ve gerçek ışığında da insanlara "kendi" olma güdüsü dışında hep bir modelleme ve mucizevi (!) şekilde başarılı olmuş kişilere öykünmeleri beklenmektedir.
Olumsuz bir gözle baktığımı düşünebilirsiniz. Çünkü artık cep telefonlarımıza sms eşliğinde gelen "kişisel gelişim ve koçluk programları" satma eylemi, konunun nasıl ticarete dönüştüğünün bir göstergesi haline gelmiştir. Kimliklere hükmetmeye de kimsenin hakkı yoktur.
İnsanlara faydalı olmak iyi niyetiyle yıllar önce bu işe başlayan uzmanların milyon dolarlık servetler elde edip, mucize ve tılsım kitapları yazıp, çoğu zaman daha önce yazılmış kitaplardan alıntılar yapıp rant sağlamaları kimsenin gelişmesine fayda sağlamaz... "Ben geçmişte tam bir kaybedendim ama şunları şunları yaptım, karun oldum. Siz de yapın hayatınız değişecek. Ancak bunun bedeli de şudur" demekten kaçınmayan uzman enflasyonu ile dolu toplum... Farkında mısınız?
Öncelikle verilen hizmet neyse, bilimsel nedenlere ve sonuçlara dayandırılması gereklidir. Tılsım, medyumluk, hurafeler, aslı astarı ispatlanmamış öğeler özellikle de bilinçli olarak cahilleştirilmiş toplumların insanlarına ilaç gibi gelir. Stratejilerin kaynağı insanlara faydadan ziyade, belirli birilerinin veya kurumların menfaatine fayda sağlamaksa kişisel gelişim altında pazarlanan bu ticaret tehlikelidir.
İnsanı geliştiren, farkındalık kazanmasına aracılık eden, bu farkındalığı doğru kanallarla hayatına uygulamasına müsade eden tüm araç gereç ve bilgi kişisel gelişime destek olur. Ancak ne yazık ki günümüzde bu araçlar ve uygulayıcılarının, maddi rant ve giderek canavarlaşan egolarıyla insani (!) faydaya zarar verdiklerini üzülerek izlemekteyim.
Tüm bu sıraladıklarım kişisel bakış açım ve kendime has yargılarımdır. Değişim ve gelişim göstermek istediğiniz taraflarınız size aittir ve size özgüdür. Dünyada tek ve benzersiz olduğunuz için de sadece ihtiyacınız olan faydayı en doğru kanallardan sağlayabilmenizi diliyorum.
22 Şubat 2013 Cuma
KİŞİSEL YAŞAMDA NLP'NİN YARARLARI
NLP, herhangi bir şeyi sunarken veya insanlarla iletişimde bulunurken tümden uyumlu ifadenin kullanılmasını önerir. Zihinsel uyum iç huzuru; Fiziksel uyum ise sağlığı temsil eder. Uyum aynı zamanda mükemmel ilişkiler kurmak için elde edilmesi gereken bir beceridir.
Tümden uyumlu ifade için örneğin, kullandığımız ses tonunun, el, kol, vücut hareketlerinin, bir diğer ifade ile beden dilinin ve sözcüklerin (içeriğinin) tümünün aynı mesajı verecek tarzda anlam taşıması gerekir. İletmek istediğimiz mesaj ile mesajı iletme tarzımız birbirine uyumlu olup birbirini desteklemelidir. Böylece karşımızdakine mesajı iletirken, tarzımızdaki heyecan ve inanç, dinleyicilerde bıraktığımız güçlü izlenim ve sunumumuzun esas içeriği "tümden uyumlu bir ifade"içinde olur.
Diğer insanın nasıl düşündüğü ve neler hissettiğini anlama, başarılı bir iletişimin temeli olan uyumlu ilişkiyi kurma da yaşamsal bir öneme sahiptir.
NLP, tümden uyumlu ilişkinin nasıl kurulup sürdürülebileceği konusunda yol gösterir. Bu nedenle kişi öncelikle kendine şu soruları sormalıdır.
Ben kimim?
Ne istiyorum?
Ne yapıyorum?
NLP katkısını insanlar üzerinde yapar. NLP'nin etkisi, ister öğrenme, ister iletişim, ister liderlik, isterse hedefe ulaşma ya da sorun çözme alanlarında olsun, her düzeyde değişim meydana getirir. Ancak bu değişim insanda olur. Kişisel mükemmelliğin bilgisi ve becerisi, tıpkı araba kullanmayı, yüzmeyi ya da kişisel bilgisayarı kullanmayı öğrenmek gibi öğrenilebilmesidir.
Geçmişteki korkularımızı, istenmeyen duygularımızı kontrol altında tutmak mümkündür. İnançlar, davranışlarımızın geçididir. NLP inançlarımızın nasıl olduğunu gösterir ve eğer benimsiyor isek değiştirmemizi de sağlar.
Tümden uyumlu ifade için örneğin, kullandığımız ses tonunun, el, kol, vücut hareketlerinin, bir diğer ifade ile beden dilinin ve sözcüklerin (içeriğinin) tümünün aynı mesajı verecek tarzda anlam taşıması gerekir. İletmek istediğimiz mesaj ile mesajı iletme tarzımız birbirine uyumlu olup birbirini desteklemelidir. Böylece karşımızdakine mesajı iletirken, tarzımızdaki heyecan ve inanç, dinleyicilerde bıraktığımız güçlü izlenim ve sunumumuzun esas içeriği "tümden uyumlu bir ifade"içinde olur.
Diğer insanın nasıl düşündüğü ve neler hissettiğini anlama, başarılı bir iletişimin temeli olan uyumlu ilişkiyi kurma da yaşamsal bir öneme sahiptir.
NLP, tümden uyumlu ilişkinin nasıl kurulup sürdürülebileceği konusunda yol gösterir. Bu nedenle kişi öncelikle kendine şu soruları sormalıdır.
Ben kimim?
Ne istiyorum?
Ne yapıyorum?
NLP katkısını insanlar üzerinde yapar. NLP'nin etkisi, ister öğrenme, ister iletişim, ister liderlik, isterse hedefe ulaşma ya da sorun çözme alanlarında olsun, her düzeyde değişim meydana getirir. Ancak bu değişim insanda olur. Kişisel mükemmelliğin bilgisi ve becerisi, tıpkı araba kullanmayı, yüzmeyi ya da kişisel bilgisayarı kullanmayı öğrenmek gibi öğrenilebilmesidir.
Geçmişteki korkularımızı, istenmeyen duygularımızı kontrol altında tutmak mümkündür. İnançlar, davranışlarımızın geçididir. NLP inançlarımızın nasıl olduğunu gösterir ve eğer benimsiyor isek değiştirmemizi de sağlar.
MESLEKİ YAŞAMDA NLP'NİN YARARLARI
NLP, iş yaşamında bireyin takım yönetme becerisi, sunuş ve liderlik yeteneği, görüşme ve hedef yerleştirme gibi yeteneklerinin gelişmesine katıda bulunur.
Meslek yaşamında başarılı olmanın, yeni hedefe ulaşmanın bir yolu olarak NLP tekniği, ne istendiğine yönelik olarak kişinin yürekten inanması ve beyninin iki tarafını da kullanmasına imkan tanır.
Spesifik hedefler açısından ne yapacağımız ya da ne elde edeceğimize ilişkin net bir resim oluşturmak, sağ beynin güçlerinden yararlanmayı gerektirir. Pratikte, kuşkusuz beynimizin iki tarafını da kullanırız. Ancak burada söz konusu olan, her iki tarafın da kendi görevlerini sadece diğerlerinden daha iyi yapmasıdır. Bu yüzden tıpkı günlük işlerimizi yaparken sağ ve sol elimizi uyum içinde kullanmamız gibi, beynin iki tarafı da büyük oranda dayanışma içindedir. Kuşkusuz bir taraf diğerine göre daha baskın olabilir. Örneğin çoğu yönetici, yaratıcı olan sağ beyinden çok, mantıklı, ardışık düşünmeye yatkın sol beyni kullanmaya eğilimlidir. Bunun anlamı, istediğimiz şeyleri gerçekleştirebilmek için beynimizin her iki tarafını da kullanmamız gerektiğidir.
Sonuç olarak NLP, kişilerin düşünce süreçlerini daha iyi anlayarak, alışkanlığa dayalı, çoğu zaman bilinçsiz olan davranışlarını kontrol altına almayı öğreterek, şimdiye kadar ulaşılması olanaksız gibi görünen hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmaktadır. İnsanların daha ikna edici olabilmeleri, iletişim konusunda başarılı olmaları, olumsuz inançlar yerine kişileri güçlendirecek inançlar oluşturmaları, kişilerin doğal becerilerini istenildiği zamanlarda kullanabilmesi, bir başka kişide hayranlık uyandıran, kişinin kendisinde olmasını istediği davranış ve becerileri alıp kullanabilmeleri, iş ve meslek hayatlarında kariyerlerini gerçekleştirebilmeleri, kısaca kişisel mükemmelliğin modelini oluşturmaları, NLP tekniği ile sağlanmaktadır.
Meslek yaşamında başarılı olmanın, yeni hedefe ulaşmanın bir yolu olarak NLP tekniği, ne istendiğine yönelik olarak kişinin yürekten inanması ve beyninin iki tarafını da kullanmasına imkan tanır.
Spesifik hedefler açısından ne yapacağımız ya da ne elde edeceğimize ilişkin net bir resim oluşturmak, sağ beynin güçlerinden yararlanmayı gerektirir. Pratikte, kuşkusuz beynimizin iki tarafını da kullanırız. Ancak burada söz konusu olan, her iki tarafın da kendi görevlerini sadece diğerlerinden daha iyi yapmasıdır. Bu yüzden tıpkı günlük işlerimizi yaparken sağ ve sol elimizi uyum içinde kullanmamız gibi, beynin iki tarafı da büyük oranda dayanışma içindedir. Kuşkusuz bir taraf diğerine göre daha baskın olabilir. Örneğin çoğu yönetici, yaratıcı olan sağ beyinden çok, mantıklı, ardışık düşünmeye yatkın sol beyni kullanmaya eğilimlidir. Bunun anlamı, istediğimiz şeyleri gerçekleştirebilmek için beynimizin her iki tarafını da kullanmamız gerektiğidir.
Sonuç olarak NLP, kişilerin düşünce süreçlerini daha iyi anlayarak, alışkanlığa dayalı, çoğu zaman bilinçsiz olan davranışlarını kontrol altına almayı öğreterek, şimdiye kadar ulaşılması olanaksız gibi görünen hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmaktadır. İnsanların daha ikna edici olabilmeleri, iletişim konusunda başarılı olmaları, olumsuz inançlar yerine kişileri güçlendirecek inançlar oluşturmaları, kişilerin doğal becerilerini istenildiği zamanlarda kullanabilmesi, bir başka kişide hayranlık uyandıran, kişinin kendisinde olmasını istediği davranış ve becerileri alıp kullanabilmeleri, iş ve meslek hayatlarında kariyerlerini gerçekleştirebilmeleri, kısaca kişisel mükemmelliğin modelini oluşturmaları, NLP tekniği ile sağlanmaktadır.
31 Ocak 2013 Perşembe
MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ (Bölüm 2)
Beyinin bütün loblarında çağrışım alanları olarak adlandırılan geniş bölgeler vardır. Genel olarak uzmanlar, beyin kabuğundaki farklı alanlardan gelen bilginin çağrışım alanlarında birleştirildiğine ve öğrenme, düşünme, hatırlama ile dili anlama ve kullanma gibi fiziksel süreçlerin yerinin bu alanlar olduğuna inanmaktadırlar.
Oksipital Lob, eyin yarımkürelerinin en arka kısmında bulunur ve görsel bilgiyi alıp işler. Çevremizdeki şekil, renk ve hareket deneyimlerini yaşadığımız yer oksipital lobdur. Bu bölgedeki bir hasa, gözler ile beyin arasındaki nöral bağlantılar ram olmasına rağmen, körlük yaratabilir. Oksipital lobun önünde şakakların hemen arkasında yer alan temporal lob, yüzlerin tanınması gibi karmaşık görsel görevlerde önemli bir rol oynar. Beyinde birincil "koku merkezidir"; ayrıca kulaklardan bilgiyi alır ve işler, dengeye katkıda bulunur ve kaygı, hoşnutluk ve kzıgınlık gibi duyguları ve güdüleri düzenler. Son yıllardaki araştırmalar paretial ve frontal lobun da dilin kavranmasında rol aldığını göstermesine rağmen, dili anlama ve kavrama yeteneğinin birincil olarak temporal lobun arka bölümünde yer aldığı düşünülmektedir.
Paretial lob, temporal lob ve oksipital lobun üstünde bulunur ve her iki beyin yarım küresinin tavanının arka kısmının yarısını işgal eder. Bu lob tüm vücudumuzdaki deri, kas ve eklemlerdeki duyusal alıcılardan bilgi alır. Bu duyusal alıcılardan gelen mesajlar duyusal yansıtma alanları olarak adlandırılan bölgelerde kayıt edilir. Aynı zamanda, paretial lobun bir haritayı izlemek ya da bir kişiye bir yere nasıl ulaşacağını anlatmak gibi mantıksal yeteneklerde de rol oynadığı görülmektedir. Frontal lob, alnın hemen arkasında yer alır ve insan beyninin yaklaşık yarısını oluşturur. Beyinden gelen tepki mesajları, geriye dönüş yolculuklarına frontal lobun motor yansıtma alanlarından başlarlar ve buradan vücuttaki çeşitli kaslara ve salgı bezlerine giderler. Bilim adamları beynin bu bölümü tarafından ortaya konan tüm işlevler konusunda hala emin değillerdir. Bunun nedeni, kısmen beyin işlevleri konusundaki bilgilerimizin çoğunun, frontal lobları göreceli olarak gelişmemiş olan hayvanlarla yapılan çalışmalardan ya da seyrek olarak frontal lob hasarı olan vaka çalışmalarından geliyor olmasıdır.
Böyle ünlü bir vaka 1848'de gerçekleşmiştir. Phineas Gage isimli bir adamın başına gelen garip kazayı içermektedir.
Gage demiryolu yapım işçilerinin ustabaşısıdır ve yanmış barut ve demir barut sıkıştırma çubuğu kullanırken dikkatsizlikten bir hata yapar. Sonuç olarak, demir çubuk çenesinden geçerek frontal lobda ciddi bir hasara neden olur. Gage bilinçli bir şekilde yürüyerek doktora gider ve kaza sonrası kendinde, hayret verici bir şekilde birkaç önemli yan etki görülür. Hiçbir fiziksel bozukluk yoktur ve belleği ve becerileri kaza öncesi kadar iyi görünmektedir. Fakat önemli bir kişilik değişikliğine maruz kalmıştır. İşine bağlı biriyken, çalışma isteği kaybolmuştur ve sürekli iş değiştirmeye başlamıştır. Kişilik değişiklikleri o kadar büyüktür ki arkadaşlarına göre Gage artık aynı insan değildir.
Gage olayından bu yana birçok ayrıtılı araştırma, frontal lob işlevleriyle ilgili bu ilk izlenimleri belirginleştirmiştir. Beynin bu kısmının amaca yönelik davranışlara izin verdiği ve önceden tahminde bulunduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan hastaların, karmaşık yönergelerin izlenmesini içeren görevleri tamamlamamakta ya da çalışma sırasında yönergelerin değiştiği görevleri yerine getirmede problemleri vardır. Frontal lobun bazı bölümlerindeki düşük faaliyet düzeyiyle bazı kişilerde gözlenen hiperaktivite ve dikkat bozukluğunun birbiriyle bağlantılı olduğu gösterilmiştir. Şizofren olan hastalarda da sıklıkla frontal lobda anormallikler gözlenmektedir.
Frontal lobun ayrıca bir kişinin normal duygusal yaşamını sürdürmesi için gerekli olduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan kişiler genellikle duygusuz görünür ve duygularını sadece yüzeysel olarak gösterirler. Ayrıca frontal lob hasarı olan bazı kişiler ani öfke patlamaları gösterebilirler. Çok küçük tahriklere uygunsuz, amaçsız ve ani öfke ile tepkide bulunurlar. Sonra da bu davranışlarından dolayı utanç duyarlar. Bazı araştırmalar de frontal lobun duygusal mizaç ile bağlantılı olduğunu ileri sürmektedir. (Neşeli ve iyimser yada melankolik ve telaşlı olmak gibi) Frontal lob ayrıca beyin kabuğunun bu kısmının bu kadar ustalık isteyen zihinsel faaliyetlere nasıl katkıda bulunduğunu anlamak için daha pek çok araştırmaya gerek duymaktadırlar.
Rus fizyolog Pavlov'un öğrencisi ve izleyicisi olan, Profesör Pyotr Anokhin tarafından yapılan çalışma, insan beyni hakkında oldukça önemli bilgiler sunmaktadır. Yüzyıllar boyunca beyin sadece bir buçuk kiloluk gri madde yığını olarak düşünüldü. Mikroskobun geliştirilmesiyle beynin dış yüzeyindeki kıvrımların o güne kadar sanıldığından çok daha karmaşık olduğu ve binlerce damar ve sinir yollarından meydana geldiği keşfedildi. Büyüteç yolculuğunda devam ettikçe bilim adamları her kolun üzerinde ahtapotun kollarındaki vantuzlara benzer, fakat kolun her tarafında, binlerce ufak çıkıntı olduğunu buldular. Araştırmanın bu aşamasına geldiklerinde ortalama her beynin gerçekten şaşırtıcı sayıda nöron (sinir hücresi) içerdiğini hesaplamışlardı.
10.000.000.000 (on milyar)
Frederic Vester tarafındna kurulan "Biyoloji Enstitüsü Grubu" beyin üzerinde çeşitli araştırmalar yaptılar. Bu araştırmalarını ilk kez 1978 yılında yayınladılar. Aydın Arıtan tarafından dilimize kazandırılan bu önemli çalışmada Vester, beyin hücreleri arasındaki elektriksel bağlantıyı açıklayamamaktan şikayet ediyor; "Sinapslar arasında oluşan basit bilgi aktarmalarından yola çıkarak, son derece karmaşık ve bilgi sistemine varan insan beyninin nasıl işlediğini, ancak yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Beynin işleyiş yasaları, tek boyutlu ve nedenselliğe dayalı bir mantıkla kavranılmayacak derecede karmaşıktır. Onu anlayabilmek için yeni sibernetik yasalara gerek duymaktayız. Çok olağanüstü gibi gelse bile şu bir gerçek: iki yumruk büyüklüğündeki, katlanmış, sıkıştırılmış bir madde hissini veren beyin, yaklaşık 15 milyar hücreden meydana gelmiştir. Bu, iğne başı kadar olan bir alanda yüz binlerce minicik bağlantı ve işlem merkezi bulunması demektir ve bu çok küçük merkezlerde sayılamayacak kadar fazla miktarda değişik bağlantı yapma imkanı vardır. Yani gözle seçilmesi mümkün olmayan o sinir hücreleri, aynı anda saklama, hesaplama, veri alma, cevap verme ve programcılık görevlerini birlikte yerine getirmektedirler.
Vücudumuzu saran sinirler "nöron" adı verilen yüzlerce, kimi zaman binlerce sinir hücresinden oluşurlar. Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur (1 mikron, milimetrenin binde birine eşittir) Bir insan beyninin içindeki 100 milyar nöronu, tek bir çizgi halinde yan yana getirebilseydik; 10 mikron genişliğindeki ve çıplak gözle görülmeyen bu çizginin uzunluğu tam 100 km olurdu. Nöronların küçüklüğünü şöyle bir örnekle de gözümüzde canlandırabiliriz: Bir nokta işaretine 50 tane, bir iğne başına ise 30.000 tane nöron sığdırabilirsiniz..
Nöronların tasarımı, vücuttaki uyarıları taşımak üzere hazırlanmıştır. Nöronların çoğunun görevi komşu nöronlardan sinyaller almak, daha sonra bunları bir başka nörona ya da hedef hücreye iletmektir. Nöronlar bir saniyede binlerce kez bu işlemi yaparak birbirleriyle haberleşebilirler.
Bir nöron, duruma göre kapatılıp açılan bir elektronik prizine benzetilebilir. Tek başına bir nöron, sinir sisteminin birbirleriyle bağlantılı elektrik devrelerinin içinde sadece çok küçük bir parçadır. Ancak bu küçük devreler olmadan canlılıktan söz etmek mümkün değildir. Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nde profesöt olan Werner Gitt bu küçük alana sığdırılmış dev kompleksi şöyle tarif etmektedir.: Eğer her nöronu tek bir iğne başıyla temsil ederek, sinir sistemini bir elektrik devresiyle anlatmak mümkün olsaydı, böyle bir devre şeması için birkaç kilometrekarelik alan gerekecekti... Tüm dünyayı saran telefon ağından birkaç yüz kat daha kompleks olacaktı. Tüm nöronlar; çekirdek, elektrik sinyalleri taşıyanm "dendrit" adı verilen kısa lifler ve sinyalleri uzağa taşıyan "akson" adı verilen uzun bir lif içerirler. İplik kadar ince olabilen sinir hücresi yaklaşık 1 metre uzunluğundadır. Bazen mesajlar, sinirler boyunca çok daha uzun mesafeler kat etmek zorunda kalır.
Bir nöron hücresini ileri teknolojiye sahip bir telefon santraline benzetmek mümkündür. Ancak bu hücresel telefon santrali 0,004 ile 0,1 mm arasında değişen boyutlarıyla ve geniş çaplı iletişim mekanizmalarıyla günümüz dünyasında eşi olmayan bir tesistir. Nöronlarda, diğer hücrelerden farklı olarak dendrit ve aksonlar yer alır. Akson ve dendritler de sözü edilen muazzam tesisin diğerleriyle iletişimini sağlayan haberleşme hatlarını meydana getirirler. Dendritler mesaj alırken, aksonlar mesaj gönderirler.
Bir nöronun uyarı göndermesi saniyenin binde biri kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Bu nedenle bir nöronun saniyede 1000 sinir uyarısı göndermsi mümkündür. Fakat genel olarak saniyede 300-400 uyarı gerçekleşir. Hem büyük ve kalın sinir lifleri, elektriği saniyede 150 m hızla iletirken, en ince olanlar saniyede 90 metre hızla iletir.
Dendritler çok sayıda kısa uzantıdan oluşurlar ve hücrenin kökleri gibidirler. Dallanmış yapıdaki dendritler, diğer nöronlardan gelen haberlerin alınması ve hücrenin gövdesine iletilmesinde görev alırlar. Diğer bir deyişle dendritler, elektrik kabloları gibi hücreye giren sinyalleri iletmek için hizmet verirler. Her bir nöron, sinyalleri hücreye taşıyan 100.000 kadar dallanan dendrite sahiptir.
Aksonların diğer bir çarpıcı özelliği ise, tek bir aksonun 10.000 kadar terminale (uç kısım) ayrılabilmesidir. Böylece her bir terminal, farklı bir nöron ile bağlanabilir ve aynı anda birden fazla bölgenin uyarılmasını sağlayabilirler. Her bir nöron binden fazla nörondan sinyal alabildiği için, tek bir nöron aynı anda birkaç milyon farklı bilgiyi de taşıyabilmektedir. Bu olağanüstü bir rakamdır. Bu özellik, birden fazla kas lifinin hareket ettirilmesinin gerektiği durumlarda çok önemli bir rol oynar. Bu yapılarıyla sinir hücreleri uzun zincirlerden oluşan yoğun bir şebeke gibidir.
Sinapslar, iki nöronun akson terminallerinin uçlarındaki boşluklardır. İki nöron arasındaki iletişim, "sinaps" denilen bu bağlantı noktalarında kurulur. Nasıl bir telefon santrali sayesinde aynı anda çok sayıda insan birbirleriyle konuşabilirse; benzer bir şekilde nöron da sinapsları kanalıyla çok sayıda nöronla aynı anda haberleşebilir. Her bir nöronda 10.000 civarında sinaps vardır. Bu, bir nöronun aynı anda 10.000 ayrı sinir hücresi ile bağlantı kurabileceği anlamına gelmektedir. Dünyada tek bir telefon şebekesi üzerinden aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılacağını farz etsek dahi, beynin kapasitesi bu kapasitenin çok üstündedir: İnsan beyni, içindeki sinapslar aracılığıyla bir katrilyon (1.000.000.000.000.000) haberleşme yapabilir. Bir kişinin 10 hatlı bir telefon santralinde çalıştığında ne kadar zorlandığını düşünecek olursak, tek bir sinir hücresinin 10 bin bağlantıyı eş zamanlı gerçekleştirmesinin ne kadar olağanüstü bir yaratılış örneği olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Nöronlar gelen sinyalleri toplar, mesajın kuvvetine göre iletilmesine karar verir ve başka bir nörona geçişi sağlarlar. Nöronların birbirine bağlantı noktaları olan sinapslar, iletilen sinyallerin dağılma yönünü saptayarak bu iletişimin kontrolünü sağlarlar. Sinir sisteminin çeşitli bölgelerinden gelen tetikleyici (harekete geçiren) ya da engelleyici (hareketi durduran) sinyaller, sinapsları bazen iletime açarak bazen de kapatarak bu kontrolü sağlarlar. Böylece sinpslar zayıf sinyalleri durdururken, kuvvetlilerin geçişine izin verirler. Aynı zamanda zayıf sinyallerden bazılarını seçip büyüterek sinyalleri tek bir yöne değil, çeşitli yönlere göndererek seçici bir faaliyet de gösterirler.
İki sinir hücresinin birleşme noktalarındaki, "sinaps" denilen boşluklar, ancak binlerce kez büyütülerek görülebilecek kadar küçüktür. Oysa ki iki hücre arasındaki bu boşluk, bir hücreden ötekine elektrik uyarısının sıçramasını önleyecek kadar geniştir. Sinir sisteminde milyarlarca nöron olmasına rağmen, bunlar hiçbir şekilde birbirlerine değmezler. Ancak bu kopukluklara rağmen, vücudumuzdaki sinir ağında hiçbir kesinti yaşanmaz. Çünkü nöronlar boyunca elektriksel olarak iletilen sinyaller, nöronlar arasındaki bu boşluklarda kimyasal olarak devam ederler.
Saatte 390 km hızla hareket eden bir sinyalin (elektrik akımının) aksonun ucuna ulaştığını düşünelim. Bu uyarı dalgası nereye gidecektir? Sinaps denilen bu boşluğu nasıl aşıp yoluna devam edecektir? Bu sinyal bu boşlukta elektriksel özelliğini yitirdikten sonra, diğer nöronda elektriksel bir sinyal olarak nasıl devam edecektir? Bu durum, bir bakıma araba kullanırken bir nehirle karşılaşmaya benzer. Bu noktada aracı değiştirmek gerekir. Tıpkı sizin arabadan inip nehri tekne ile geçmeniz gibi, elektrik sinyali de yoluna bir başka şekilde, kimyasal iletişimle devam eder. Elektrik sinyalleri yolculuklarını sinapslardaki bu kimyasal iletişim sayesinde kesintiye uğramadan gerçekleştirirler.
Bir uyarı, akson terminaline ulaştığında iki nöron arasındaki küçük sinaps aralığını atlayan ve komşu nöronun dendritlerindeki alıcı sinirlerini harekete geçirecek kimyasallar taşıyan, bir mesaj paketi ortaya çıkarır. "Nörotransmitter" olarak bilinen bu haberci moleküller, iki hücre arasındaki boşluğu geçerek, bir milisaniyeden daha az bir sürede ikinci nöronu harekete geçirirler. Nörotransmitterler, sinir hücresinin gövdesinde üretilir, akson boyunca taşınır ve akson terminallerinde minik kabarcıklar içinde depolanırlar. Her kabarcık içinde yaklaşık olarak 5.000 haberci molekül bulunur. Bu kimyasallar uyarıcı ya da engelleyici sinyaller olarak çalışırlar. Diğer bir deyişle, nöronları ya da elektrik uyarısı üretmeye sevk ederler ya da üretilen uyarıyı engellerler.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, her nöronun farklı kimyasal haberciler ürettiğini göstermektedir. Diğer bir değişle her nöron, iletişimde kullanacağı habercileri üreten kimyasal bir tesis gibidir. Nörotransmitterlerin 100 kadar farklı çeşidi bulunur. Bazıları elektrik sinyallerinin tetiklenmesine, bazıları elektrik sinyallerinin durdurulmasına, bir kısmı hızlanma ya da yavaşlatmaya, frekansı değiştirmeye ve enerji depolamaya yarar. Her bir nöron bu çeşitlerin yalnız bir ya da birkaç farklı türünü salgılar. Bir nörotransmitter açığa çıktığında sinapsı geçer ve alıcı nöronun dış zarında bulunan reseptör, bir proteini harekete geçirir. Sinapslar bu noktada bu kimyasal habercilerin sinir hücreleri arasında taşındığı ekspres bir yol olarak düşünülebilir. Aralarındaki mesafe ortalama olarak 0.00003 mm.'dir. Bu mesafe çok küçük olmasına karşın yine de elektrik sinyalinin aşması gereken bir boşluktur. Salgılanan nörotransmitter miktarı, gerçekte hedef dendrit ile bağlanması gerekenden çok daha fazladır. Ancak buradaki fazlalık da vücudumuzun her detayında olduğu gibi, hikmetli bir yaradılış örneğidir. Sinapsta kalan fazla nörotransmitterler, siniri bloke ederek fazladan sinyal gönderilmesini önlerler. Eğer fazla moleküller, siniri bloke etmeselerdi, uyarının durması için geçen süre saniyeler, hatta dakikalar alacaktı. Fakat vücudumuzda sinyal iletimi tam olması gerektiği kadar; saniyenin birkaç binde biriyle ölçülen sürelerde gerçekleşir. Fazla olan nörotransmitter akson terminali tarafından emilirken, geri kalanı da enzimlerle parçalanır. Tıpkı bayrak yarışında olduğu gibi, elektriksel bilgiler köprü görevi gören nörotransmitterler aracılığıyla hücreden hücreye iletilir. Böylece haber iletimi hücre uzantıları arasındaki boşluğa rağmen kesintiye uğramadan devam eder.
Nöronlar arasında iletişimin kurulduğu noktaların yakın bir zamana kadar sabit olduğu zannediliyordu. Sinapsın şeklinin, kimyasal hebercilerin yapısına göre değiştiğinin ortaya çıkarılması, Profesör Eric Kandel'e 2000 yılı Nobel Tıp Ödülü'nü kazandırmıştır.Bu buluşla beraber, sinapsların uyarının gücüne göre, biçimlerini düzenleyen bir mekanizmaya sahip oldukları anlaşılmıştır. Örneğin, kuvvetli bir uyarı durumunda sinaps büyür ve bu uyarının diğer hücrelere kayıp olmadan, en verimli şekilde iletilmesine olanak sağlar. Sinapslardaki bu sistemin keşfi, kabuklu deniz böceklerinde yapılan deneyler sonucunda mümkün olmuştur. Profesör Kendel insanlardaki sinir sisteminin araştırmalara olanak vermeyecek kadar kompleks olduğunu belirtmekte ve bir açıklamasında sinir sisteminin kompleksliğinden şöyle bahsetmektedir:
"Bizim çalışmamızı yönlendiren temel prensip, zihin beynimiz tarafından gerçekleştirilen bir dizi işlem olduğudur. Beynimiz, dış dünyayı algılayan, dikkatimizi düzenleyen ve hareketlerimizi kontrol altında tutan son derece kompleks bir elektronik aygıttır."
Beyinden kaslara ve diğer organlara mesajlar gönderen ve bu mesajları beyne geri ileten sinir liflerinin dışı yağlı özel bir madde ile kaplanmıştır. "Miyelin" isimli bu yağlı doku, sadece sinir liflerini korumakla kalmaz, aynı zamanda bu liflerin elektrik uyarılarını iletmelerine de yardımcı olur.
Miyelin tıpkı elektrik kablolarının etrafındaki iletken olmayan plastik yalıtım malzemesi gibi görev yapar. Elektrik kabloları hem dokunanların zarar görmemesi, hem de elektrik kaçağı yapıp güç kaybına sebep olmamaları için yalıtılırlar. Eğer miyelin maddesi olmasaydı ya elektrik sinyalleri çevredeki dokulara sızarak mesajı bozacak, ya da vücuda zarar verecekti. Ayrıca bu yalıtım maddesi iletkenliği büyük ölçüde artırarak, sinyalin daha hızlı hareket etmesini sağlar. Miyelinle kaplı olmayan sinirle, uyarıları saniyede 1-2 metre hızla iletirken; miyelinle kaplı sinirler, uyarıları saniyede 100 metre hızla iletirler.
Araştırmacılar tarafından, beynin hücreler arası elektriksel faaliyetleri özel bir teknikle görüntülenmiştir. İlk defa beyne gelen bir bilginin oluşturduğu beyin dalgaları ve gözlerin görebildiği basit resimler belirlenebilmiştir. Beyinin bu özelliğini yönetim tekniklerine aktaran ve "beyin metaforu" olarak tanımlayan Gareth Morgan'ın yorumu ise şöyle:
"İnsan beynindeki geniş bağlantı ağlarında bu tür bir kapasite fazlasına rastlıyoruz; bu bağlantı ağları aracılığıyla her nöron ya da sinir hücresi binlerce başka hücreyle bağlantı kurar. Tahminen, her biri 1.000 bağlantıya sahip 10 milyar nöronla beyin, sayısız farklı biçimde kat edilebilecek 100.000 km'lik bir devreye eşdeğerdir. Bu muazzam kapasite önemli gelişim potansiyeli yaratır, büyük miktarlarda bilginin işlenmesini sağlar. Bu durum ise binlerce potansiyel gelişme kalıbına kaynaklık eder, beynin sürekli gelişim içindeki yapısına, gelişmesine ve zekaya katkıda bulunur."
Beynin elektrik bağlantıları ile oluşturduğu bilgi birikimi üzerine yapılmış bir değerlendirme de şöyledir: Michigan Üniversitesi'nde nörofizik uzmanı olarak görev yapan Dr. Ralph W. Gerary; 70 yıl süren etkinliğin ardından, insan beyninin en az 15 trilyon bilgi kümesine sahip olduğunu tahmin ediyor.
Profesör Anokhin'in yaptığı araştırmada 10 milyar nöron tespit edilirken, Vester'de 15 milyar, Madelyn Burkey-Allen ise beyinde 10 ila 14 milyar civarında sinir hücresi bulunduğunu belirtmektedirler. Beyindeki sinir hücrelerinin sayısı ortalama bu kadarken, toplam hücre sayısı ise 100 milyar civarındadır.
Aslında burda dikkat çekilmesi en önemli konu; vücudun %2'sini kaplayan bir organ içinde, bu kadar hücrenin yer alması ve birbirleriyle trilyonlarla ifade edilen bağlantı yapmış olmalarıdır.
Kısaca toparlarsak:
Oksipital Lob, eyin yarımkürelerinin en arka kısmında bulunur ve görsel bilgiyi alıp işler. Çevremizdeki şekil, renk ve hareket deneyimlerini yaşadığımız yer oksipital lobdur. Bu bölgedeki bir hasa, gözler ile beyin arasındaki nöral bağlantılar ram olmasına rağmen, körlük yaratabilir. Oksipital lobun önünde şakakların hemen arkasında yer alan temporal lob, yüzlerin tanınması gibi karmaşık görsel görevlerde önemli bir rol oynar. Beyinde birincil "koku merkezidir"; ayrıca kulaklardan bilgiyi alır ve işler, dengeye katkıda bulunur ve kaygı, hoşnutluk ve kzıgınlık gibi duyguları ve güdüleri düzenler. Son yıllardaki araştırmalar paretial ve frontal lobun da dilin kavranmasında rol aldığını göstermesine rağmen, dili anlama ve kavrama yeteneğinin birincil olarak temporal lobun arka bölümünde yer aldığı düşünülmektedir.
Paretial lob, temporal lob ve oksipital lobun üstünde bulunur ve her iki beyin yarım küresinin tavanının arka kısmının yarısını işgal eder. Bu lob tüm vücudumuzdaki deri, kas ve eklemlerdeki duyusal alıcılardan bilgi alır. Bu duyusal alıcılardan gelen mesajlar duyusal yansıtma alanları olarak adlandırılan bölgelerde kayıt edilir. Aynı zamanda, paretial lobun bir haritayı izlemek ya da bir kişiye bir yere nasıl ulaşacağını anlatmak gibi mantıksal yeteneklerde de rol oynadığı görülmektedir. Frontal lob, alnın hemen arkasında yer alır ve insan beyninin yaklaşık yarısını oluşturur. Beyinden gelen tepki mesajları, geriye dönüş yolculuklarına frontal lobun motor yansıtma alanlarından başlarlar ve buradan vücuttaki çeşitli kaslara ve salgı bezlerine giderler. Bilim adamları beynin bu bölümü tarafından ortaya konan tüm işlevler konusunda hala emin değillerdir. Bunun nedeni, kısmen beyin işlevleri konusundaki bilgilerimizin çoğunun, frontal lobları göreceli olarak gelişmemiş olan hayvanlarla yapılan çalışmalardan ya da seyrek olarak frontal lob hasarı olan vaka çalışmalarından geliyor olmasıdır.
Böyle ünlü bir vaka 1848'de gerçekleşmiştir. Phineas Gage isimli bir adamın başına gelen garip kazayı içermektedir.
Gage demiryolu yapım işçilerinin ustabaşısıdır ve yanmış barut ve demir barut sıkıştırma çubuğu kullanırken dikkatsizlikten bir hata yapar. Sonuç olarak, demir çubuk çenesinden geçerek frontal lobda ciddi bir hasara neden olur. Gage bilinçli bir şekilde yürüyerek doktora gider ve kaza sonrası kendinde, hayret verici bir şekilde birkaç önemli yan etki görülür. Hiçbir fiziksel bozukluk yoktur ve belleği ve becerileri kaza öncesi kadar iyi görünmektedir. Fakat önemli bir kişilik değişikliğine maruz kalmıştır. İşine bağlı biriyken, çalışma isteği kaybolmuştur ve sürekli iş değiştirmeye başlamıştır. Kişilik değişiklikleri o kadar büyüktür ki arkadaşlarına göre Gage artık aynı insan değildir.
Gage olayından bu yana birçok ayrıtılı araştırma, frontal lob işlevleriyle ilgili bu ilk izlenimleri belirginleştirmiştir. Beynin bu kısmının amaca yönelik davranışlara izin verdiği ve önceden tahminde bulunduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan hastaların, karmaşık yönergelerin izlenmesini içeren görevleri tamamlamamakta ya da çalışma sırasında yönergelerin değiştiği görevleri yerine getirmede problemleri vardır. Frontal lobun bazı bölümlerindeki düşük faaliyet düzeyiyle bazı kişilerde gözlenen hiperaktivite ve dikkat bozukluğunun birbiriyle bağlantılı olduğu gösterilmiştir. Şizofren olan hastalarda da sıklıkla frontal lobda anormallikler gözlenmektedir.
Frontal lobun ayrıca bir kişinin normal duygusal yaşamını sürdürmesi için gerekli olduğu görülmektedir. Frontal lob hasarı olan kişiler genellikle duygusuz görünür ve duygularını sadece yüzeysel olarak gösterirler. Ayrıca frontal lob hasarı olan bazı kişiler ani öfke patlamaları gösterebilirler. Çok küçük tahriklere uygunsuz, amaçsız ve ani öfke ile tepkide bulunurlar. Sonra da bu davranışlarından dolayı utanç duyarlar. Bazı araştırmalar de frontal lobun duygusal mizaç ile bağlantılı olduğunu ileri sürmektedir. (Neşeli ve iyimser yada melankolik ve telaşlı olmak gibi) Frontal lob ayrıca beyin kabuğunun bu kısmının bu kadar ustalık isteyen zihinsel faaliyetlere nasıl katkıda bulunduğunu anlamak için daha pek çok araştırmaya gerek duymaktadırlar.
Rus fizyolog Pavlov'un öğrencisi ve izleyicisi olan, Profesör Pyotr Anokhin tarafından yapılan çalışma, insan beyni hakkında oldukça önemli bilgiler sunmaktadır. Yüzyıllar boyunca beyin sadece bir buçuk kiloluk gri madde yığını olarak düşünüldü. Mikroskobun geliştirilmesiyle beynin dış yüzeyindeki kıvrımların o güne kadar sanıldığından çok daha karmaşık olduğu ve binlerce damar ve sinir yollarından meydana geldiği keşfedildi. Büyüteç yolculuğunda devam ettikçe bilim adamları her kolun üzerinde ahtapotun kollarındaki vantuzlara benzer, fakat kolun her tarafında, binlerce ufak çıkıntı olduğunu buldular. Araştırmanın bu aşamasına geldiklerinde ortalama her beynin gerçekten şaşırtıcı sayıda nöron (sinir hücresi) içerdiğini hesaplamışlardı.
10.000.000.000 (on milyar)
Frederic Vester tarafındna kurulan "Biyoloji Enstitüsü Grubu" beyin üzerinde çeşitli araştırmalar yaptılar. Bu araştırmalarını ilk kez 1978 yılında yayınladılar. Aydın Arıtan tarafından dilimize kazandırılan bu önemli çalışmada Vester, beyin hücreleri arasındaki elektriksel bağlantıyı açıklayamamaktan şikayet ediyor; "Sinapslar arasında oluşan basit bilgi aktarmalarından yola çıkarak, son derece karmaşık ve bilgi sistemine varan insan beyninin nasıl işlediğini, ancak yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Beynin işleyiş yasaları, tek boyutlu ve nedenselliğe dayalı bir mantıkla kavranılmayacak derecede karmaşıktır. Onu anlayabilmek için yeni sibernetik yasalara gerek duymaktayız. Çok olağanüstü gibi gelse bile şu bir gerçek: iki yumruk büyüklüğündeki, katlanmış, sıkıştırılmış bir madde hissini veren beyin, yaklaşık 15 milyar hücreden meydana gelmiştir. Bu, iğne başı kadar olan bir alanda yüz binlerce minicik bağlantı ve işlem merkezi bulunması demektir ve bu çok küçük merkezlerde sayılamayacak kadar fazla miktarda değişik bağlantı yapma imkanı vardır. Yani gözle seçilmesi mümkün olmayan o sinir hücreleri, aynı anda saklama, hesaplama, veri alma, cevap verme ve programcılık görevlerini birlikte yerine getirmektedirler.
Vücudumuzu saran sinirler "nöron" adı verilen yüzlerce, kimi zaman binlerce sinir hücresinden oluşurlar. Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur (1 mikron, milimetrenin binde birine eşittir) Bir insan beyninin içindeki 100 milyar nöronu, tek bir çizgi halinde yan yana getirebilseydik; 10 mikron genişliğindeki ve çıplak gözle görülmeyen bu çizginin uzunluğu tam 100 km olurdu. Nöronların küçüklüğünü şöyle bir örnekle de gözümüzde canlandırabiliriz: Bir nokta işaretine 50 tane, bir iğne başına ise 30.000 tane nöron sığdırabilirsiniz..
Nöronların tasarımı, vücuttaki uyarıları taşımak üzere hazırlanmıştır. Nöronların çoğunun görevi komşu nöronlardan sinyaller almak, daha sonra bunları bir başka nörona ya da hedef hücreye iletmektir. Nöronlar bir saniyede binlerce kez bu işlemi yaparak birbirleriyle haberleşebilirler.
Bir nöron, duruma göre kapatılıp açılan bir elektronik prizine benzetilebilir. Tek başına bir nöron, sinir sisteminin birbirleriyle bağlantılı elektrik devrelerinin içinde sadece çok küçük bir parçadır. Ancak bu küçük devreler olmadan canlılıktan söz etmek mümkün değildir. Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nde profesöt olan Werner Gitt bu küçük alana sığdırılmış dev kompleksi şöyle tarif etmektedir.: Eğer her nöronu tek bir iğne başıyla temsil ederek, sinir sistemini bir elektrik devresiyle anlatmak mümkün olsaydı, böyle bir devre şeması için birkaç kilometrekarelik alan gerekecekti... Tüm dünyayı saran telefon ağından birkaç yüz kat daha kompleks olacaktı. Tüm nöronlar; çekirdek, elektrik sinyalleri taşıyanm "dendrit" adı verilen kısa lifler ve sinyalleri uzağa taşıyan "akson" adı verilen uzun bir lif içerirler. İplik kadar ince olabilen sinir hücresi yaklaşık 1 metre uzunluğundadır. Bazen mesajlar, sinirler boyunca çok daha uzun mesafeler kat etmek zorunda kalır.
Bir nöron hücresini ileri teknolojiye sahip bir telefon santraline benzetmek mümkündür. Ancak bu hücresel telefon santrali 0,004 ile 0,1 mm arasında değişen boyutlarıyla ve geniş çaplı iletişim mekanizmalarıyla günümüz dünyasında eşi olmayan bir tesistir. Nöronlarda, diğer hücrelerden farklı olarak dendrit ve aksonlar yer alır. Akson ve dendritler de sözü edilen muazzam tesisin diğerleriyle iletişimini sağlayan haberleşme hatlarını meydana getirirler. Dendritler mesaj alırken, aksonlar mesaj gönderirler.
Bir nöronun uyarı göndermesi saniyenin binde biri kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Bu nedenle bir nöronun saniyede 1000 sinir uyarısı göndermsi mümkündür. Fakat genel olarak saniyede 300-400 uyarı gerçekleşir. Hem büyük ve kalın sinir lifleri, elektriği saniyede 150 m hızla iletirken, en ince olanlar saniyede 90 metre hızla iletir.
Dendritler çok sayıda kısa uzantıdan oluşurlar ve hücrenin kökleri gibidirler. Dallanmış yapıdaki dendritler, diğer nöronlardan gelen haberlerin alınması ve hücrenin gövdesine iletilmesinde görev alırlar. Diğer bir deyişle dendritler, elektrik kabloları gibi hücreye giren sinyalleri iletmek için hizmet verirler. Her bir nöron, sinyalleri hücreye taşıyan 100.000 kadar dallanan dendrite sahiptir.
Aksonların diğer bir çarpıcı özelliği ise, tek bir aksonun 10.000 kadar terminale (uç kısım) ayrılabilmesidir. Böylece her bir terminal, farklı bir nöron ile bağlanabilir ve aynı anda birden fazla bölgenin uyarılmasını sağlayabilirler. Her bir nöron binden fazla nörondan sinyal alabildiği için, tek bir nöron aynı anda birkaç milyon farklı bilgiyi de taşıyabilmektedir. Bu olağanüstü bir rakamdır. Bu özellik, birden fazla kas lifinin hareket ettirilmesinin gerektiği durumlarda çok önemli bir rol oynar. Bu yapılarıyla sinir hücreleri uzun zincirlerden oluşan yoğun bir şebeke gibidir.
Sinapslar, iki nöronun akson terminallerinin uçlarındaki boşluklardır. İki nöron arasındaki iletişim, "sinaps" denilen bu bağlantı noktalarında kurulur. Nasıl bir telefon santrali sayesinde aynı anda çok sayıda insan birbirleriyle konuşabilirse; benzer bir şekilde nöron da sinapsları kanalıyla çok sayıda nöronla aynı anda haberleşebilir. Her bir nöronda 10.000 civarında sinaps vardır. Bu, bir nöronun aynı anda 10.000 ayrı sinir hücresi ile bağlantı kurabileceği anlamına gelmektedir. Dünyada tek bir telefon şebekesi üzerinden aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılacağını farz etsek dahi, beynin kapasitesi bu kapasitenin çok üstündedir: İnsan beyni, içindeki sinapslar aracılığıyla bir katrilyon (1.000.000.000.000.000) haberleşme yapabilir. Bir kişinin 10 hatlı bir telefon santralinde çalıştığında ne kadar zorlandığını düşünecek olursak, tek bir sinir hücresinin 10 bin bağlantıyı eş zamanlı gerçekleştirmesinin ne kadar olağanüstü bir yaratılış örneği olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Nöronlar gelen sinyalleri toplar, mesajın kuvvetine göre iletilmesine karar verir ve başka bir nörona geçişi sağlarlar. Nöronların birbirine bağlantı noktaları olan sinapslar, iletilen sinyallerin dağılma yönünü saptayarak bu iletişimin kontrolünü sağlarlar. Sinir sisteminin çeşitli bölgelerinden gelen tetikleyici (harekete geçiren) ya da engelleyici (hareketi durduran) sinyaller, sinapsları bazen iletime açarak bazen de kapatarak bu kontrolü sağlarlar. Böylece sinpslar zayıf sinyalleri durdururken, kuvvetlilerin geçişine izin verirler. Aynı zamanda zayıf sinyallerden bazılarını seçip büyüterek sinyalleri tek bir yöne değil, çeşitli yönlere göndererek seçici bir faaliyet de gösterirler.
İki sinir hücresinin birleşme noktalarındaki, "sinaps" denilen boşluklar, ancak binlerce kez büyütülerek görülebilecek kadar küçüktür. Oysa ki iki hücre arasındaki bu boşluk, bir hücreden ötekine elektrik uyarısının sıçramasını önleyecek kadar geniştir. Sinir sisteminde milyarlarca nöron olmasına rağmen, bunlar hiçbir şekilde birbirlerine değmezler. Ancak bu kopukluklara rağmen, vücudumuzdaki sinir ağında hiçbir kesinti yaşanmaz. Çünkü nöronlar boyunca elektriksel olarak iletilen sinyaller, nöronlar arasındaki bu boşluklarda kimyasal olarak devam ederler.
Saatte 390 km hızla hareket eden bir sinyalin (elektrik akımının) aksonun ucuna ulaştığını düşünelim. Bu uyarı dalgası nereye gidecektir? Sinaps denilen bu boşluğu nasıl aşıp yoluna devam edecektir? Bu sinyal bu boşlukta elektriksel özelliğini yitirdikten sonra, diğer nöronda elektriksel bir sinyal olarak nasıl devam edecektir? Bu durum, bir bakıma araba kullanırken bir nehirle karşılaşmaya benzer. Bu noktada aracı değiştirmek gerekir. Tıpkı sizin arabadan inip nehri tekne ile geçmeniz gibi, elektrik sinyali de yoluna bir başka şekilde, kimyasal iletişimle devam eder. Elektrik sinyalleri yolculuklarını sinapslardaki bu kimyasal iletişim sayesinde kesintiye uğramadan gerçekleştirirler.
Bir uyarı, akson terminaline ulaştığında iki nöron arasındaki küçük sinaps aralığını atlayan ve komşu nöronun dendritlerindeki alıcı sinirlerini harekete geçirecek kimyasallar taşıyan, bir mesaj paketi ortaya çıkarır. "Nörotransmitter" olarak bilinen bu haberci moleküller, iki hücre arasındaki boşluğu geçerek, bir milisaniyeden daha az bir sürede ikinci nöronu harekete geçirirler. Nörotransmitterler, sinir hücresinin gövdesinde üretilir, akson boyunca taşınır ve akson terminallerinde minik kabarcıklar içinde depolanırlar. Her kabarcık içinde yaklaşık olarak 5.000 haberci molekül bulunur. Bu kimyasallar uyarıcı ya da engelleyici sinyaller olarak çalışırlar. Diğer bir deyişle, nöronları ya da elektrik uyarısı üretmeye sevk ederler ya da üretilen uyarıyı engellerler.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, her nöronun farklı kimyasal haberciler ürettiğini göstermektedir. Diğer bir değişle her nöron, iletişimde kullanacağı habercileri üreten kimyasal bir tesis gibidir. Nörotransmitterlerin 100 kadar farklı çeşidi bulunur. Bazıları elektrik sinyallerinin tetiklenmesine, bazıları elektrik sinyallerinin durdurulmasına, bir kısmı hızlanma ya da yavaşlatmaya, frekansı değiştirmeye ve enerji depolamaya yarar. Her bir nöron bu çeşitlerin yalnız bir ya da birkaç farklı türünü salgılar. Bir nörotransmitter açığa çıktığında sinapsı geçer ve alıcı nöronun dış zarında bulunan reseptör, bir proteini harekete geçirir. Sinapslar bu noktada bu kimyasal habercilerin sinir hücreleri arasında taşındığı ekspres bir yol olarak düşünülebilir. Aralarındaki mesafe ortalama olarak 0.00003 mm.'dir. Bu mesafe çok küçük olmasına karşın yine de elektrik sinyalinin aşması gereken bir boşluktur. Salgılanan nörotransmitter miktarı, gerçekte hedef dendrit ile bağlanması gerekenden çok daha fazladır. Ancak buradaki fazlalık da vücudumuzun her detayında olduğu gibi, hikmetli bir yaradılış örneğidir. Sinapsta kalan fazla nörotransmitterler, siniri bloke ederek fazladan sinyal gönderilmesini önlerler. Eğer fazla moleküller, siniri bloke etmeselerdi, uyarının durması için geçen süre saniyeler, hatta dakikalar alacaktı. Fakat vücudumuzda sinyal iletimi tam olması gerektiği kadar; saniyenin birkaç binde biriyle ölçülen sürelerde gerçekleşir. Fazla olan nörotransmitter akson terminali tarafından emilirken, geri kalanı da enzimlerle parçalanır. Tıpkı bayrak yarışında olduğu gibi, elektriksel bilgiler köprü görevi gören nörotransmitterler aracılığıyla hücreden hücreye iletilir. Böylece haber iletimi hücre uzantıları arasındaki boşluğa rağmen kesintiye uğramadan devam eder.
Nöronlar arasında iletişimin kurulduğu noktaların yakın bir zamana kadar sabit olduğu zannediliyordu. Sinapsın şeklinin, kimyasal hebercilerin yapısına göre değiştiğinin ortaya çıkarılması, Profesör Eric Kandel'e 2000 yılı Nobel Tıp Ödülü'nü kazandırmıştır.Bu buluşla beraber, sinapsların uyarının gücüne göre, biçimlerini düzenleyen bir mekanizmaya sahip oldukları anlaşılmıştır. Örneğin, kuvvetli bir uyarı durumunda sinaps büyür ve bu uyarının diğer hücrelere kayıp olmadan, en verimli şekilde iletilmesine olanak sağlar. Sinapslardaki bu sistemin keşfi, kabuklu deniz böceklerinde yapılan deneyler sonucunda mümkün olmuştur. Profesör Kendel insanlardaki sinir sisteminin araştırmalara olanak vermeyecek kadar kompleks olduğunu belirtmekte ve bir açıklamasında sinir sisteminin kompleksliğinden şöyle bahsetmektedir:
"Bizim çalışmamızı yönlendiren temel prensip, zihin beynimiz tarafından gerçekleştirilen bir dizi işlem olduğudur. Beynimiz, dış dünyayı algılayan, dikkatimizi düzenleyen ve hareketlerimizi kontrol altında tutan son derece kompleks bir elektronik aygıttır."
Beyinden kaslara ve diğer organlara mesajlar gönderen ve bu mesajları beyne geri ileten sinir liflerinin dışı yağlı özel bir madde ile kaplanmıştır. "Miyelin" isimli bu yağlı doku, sadece sinir liflerini korumakla kalmaz, aynı zamanda bu liflerin elektrik uyarılarını iletmelerine de yardımcı olur.
Miyelin tıpkı elektrik kablolarının etrafındaki iletken olmayan plastik yalıtım malzemesi gibi görev yapar. Elektrik kabloları hem dokunanların zarar görmemesi, hem de elektrik kaçağı yapıp güç kaybına sebep olmamaları için yalıtılırlar. Eğer miyelin maddesi olmasaydı ya elektrik sinyalleri çevredeki dokulara sızarak mesajı bozacak, ya da vücuda zarar verecekti. Ayrıca bu yalıtım maddesi iletkenliği büyük ölçüde artırarak, sinyalin daha hızlı hareket etmesini sağlar. Miyelinle kaplı olmayan sinirle, uyarıları saniyede 1-2 metre hızla iletirken; miyelinle kaplı sinirler, uyarıları saniyede 100 metre hızla iletirler.
Araştırmacılar tarafından, beynin hücreler arası elektriksel faaliyetleri özel bir teknikle görüntülenmiştir. İlk defa beyne gelen bir bilginin oluşturduğu beyin dalgaları ve gözlerin görebildiği basit resimler belirlenebilmiştir. Beyinin bu özelliğini yönetim tekniklerine aktaran ve "beyin metaforu" olarak tanımlayan Gareth Morgan'ın yorumu ise şöyle:
"İnsan beynindeki geniş bağlantı ağlarında bu tür bir kapasite fazlasına rastlıyoruz; bu bağlantı ağları aracılığıyla her nöron ya da sinir hücresi binlerce başka hücreyle bağlantı kurar. Tahminen, her biri 1.000 bağlantıya sahip 10 milyar nöronla beyin, sayısız farklı biçimde kat edilebilecek 100.000 km'lik bir devreye eşdeğerdir. Bu muazzam kapasite önemli gelişim potansiyeli yaratır, büyük miktarlarda bilginin işlenmesini sağlar. Bu durum ise binlerce potansiyel gelişme kalıbına kaynaklık eder, beynin sürekli gelişim içindeki yapısına, gelişmesine ve zekaya katkıda bulunur."
Beynin elektrik bağlantıları ile oluşturduğu bilgi birikimi üzerine yapılmış bir değerlendirme de şöyledir: Michigan Üniversitesi'nde nörofizik uzmanı olarak görev yapan Dr. Ralph W. Gerary; 70 yıl süren etkinliğin ardından, insan beyninin en az 15 trilyon bilgi kümesine sahip olduğunu tahmin ediyor.
Profesör Anokhin'in yaptığı araştırmada 10 milyar nöron tespit edilirken, Vester'de 15 milyar, Madelyn Burkey-Allen ise beyinde 10 ila 14 milyar civarında sinir hücresi bulunduğunu belirtmektedirler. Beyindeki sinir hücrelerinin sayısı ortalama bu kadarken, toplam hücre sayısı ise 100 milyar civarındadır.
Aslında burda dikkat çekilmesi en önemli konu; vücudun %2'sini kaplayan bir organ içinde, bu kadar hücrenin yer alması ve birbirleriyle trilyonlarla ifade edilen bağlantı yapmış olmalarıdır.
Kısaca toparlarsak:
- Yetişkin bir beyin yaklaşık iki yumruk büyüklüğünde ve 1,4 kg ağırlığındadır
- Hacim olarak vücutta 1/50 oranda yer kaplar
- Beyin, vücudun toplam ağırlığının %2'sini oluşturmasına karşın, alınan tüm oksijenin %25'ini, kalorinin %20'sini ve vücutta dolaşan kanın %15'ini kullanır.
- Beynimizdeki nöronların sayısı yaklaşık olarak 100 milyon kadardır. Bunların yaklaşık 10-15 milyarı sinir hücresi, geri kalanı da yapı taşları işlevi gören gliadır.
- Her beyin hücresi 15.000 beyin hücresi ile bağlantı kurabilir.
- Her bir nöron diğer nörona 10 milisaniyeden daha kısa bir zamanda ulaşabilir. (Bu süre göz kırpma süremizin onda birinden daha azdır.)
- Beynimizdeki nöronların olası bağlantı sayısı tüm evrendeki atom sayısından fazladır.
- Beynin bir gramında bulunan nöronların bağlantı kapasitesi tüm dünyadaki telefon ağından daha fazladır.
- Beş yaşına kadar nöronlar arasındaki bağlantıların %50 sinden fazlası kurulmuş olur.
- Beyin hücreleri diğer hücrelere kıyasla daha az ve daha yavaş ölür; yerine yine hücreler üretilemez
- Ortalama bir insan beyni kapasitesinin ancak %1-2'sini kullanabilmektedir.
- İnsanlık son 10 yıl içinde beyin hakkında bildiklerini ikiye katlamıştır. Ancak bugün bile beynimizin en fazla %5'ini anlayabiliyoruz.
- Beyne her 10 saniyede yeni bir bilgi yüklense bile ortalama bir ömürde beynin ancak yarısı kullanılmış olur.
Etiketler:
akson,
hipnoz,
insan beyninin yapısı ve işleyişi,
kişisel gelişim danışmanlığı,
lob,
merkezi sinir sistemi,
miyelin,
nöron,
nörotransmitter,
Oytun Işlar,
sinaps
8 Ocak 2013 Salı
MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ (Bölüm 1)
Eğer beyin tek başına yaklaşık 100 milyar nöron içeriyorsa ve her nöron binlerce diğer nöron ile bağlantı kurabiliyorsa, sinir sistemimiz bir nöronun diğer bir nöron ile dolaylı olarak bağlantı kurduğu trilyonlarca sinaps içeriyor olmalı. Birbirleriyle bağlantılı nöronlardan oluşan bu çok karmaşık sistemi anlamak mümkün olmasa bile, sistem bazı yapı ve organizmalardan oluşmaktadır. Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten oluşur. Çevresel sinir sistemi beyin ve omuriliğin; duyu organları, kaslar, salgı bezleri gibi vücutta geriye kalan her şey ile bağlantısını sağlar.
Beyin
Beyin sinir sisteminin en etkileyici kısmıdır. Vücudumuzdaki nöronların %90'ından fazlasını içerir. Beyin farkında olma ve mantık yürütmenin, öğrenme, bellek ve duyguların merkezidir. Ne yapacağımıza karar veren ve bu kararların doğru ya da yanlış olduğunu değerlendiren parçamızdır. Ayrıc, farklı bir şekilde davrandığımızda da sonucun ne olacağını tahmin eder. İnsan embriyosunda beyin şekil almaya başlar başlamaz, üç ayrı bölümden oluştuğunu görebiliriz; Arka beyin, orta beyin ve ön beyin.
Arka beyin, çok ilkel omurgalılarda bile bulunduğu için, beynin ilk evrimleşen bölümü olduğuna inanılmaktadır. Arka beynin omuriliğe en yakın olan kısmı medulladır. Yaklaşık 3,5-4 cm uzunluğunda dar bir yapıdır. Medulla nefes alıp verme, kalp atışı ve kan basıncı gibi işlevleri kontrol eder. Ayrıca medulla bedenden gelen birçok sinirin daha üst beyin bölgelerine geçmek için kullandığı alandır. Bedenin sol yarısından gelen aksonlar beynin sağ tarafına ya da sağdan gelenler sol tarafına geçerler.
Pons, medullanın üzerinde bulunur ve arka beynin beyincik adı verilen bölümünü beynin üst kısmına bağlar. Ponsda üretilen kimyassal maddeler uyku-uyanıklık döngüsünü sürdürmemize yardımcı olur. Beyinci iki yarımküreden oluşur ve çeşitli işlevleri yerine getirir. Özellikle denge ve ilgili refleksleri kontrol eder ve hareketlerin yeterli bir dizi içinde bir arada bulunmasını sağlamak için vücudun faaliyetlerini düzenler. Beyincik hasarı titremeler, denge kaybı ve koordinasyon bozukluğu gibi hareketlerde ciddi problemlere neden olur.
Pons ve beğinciğin üst kısmında, beyin sapı, orta beyni oluşturmak için genişler. Adından da anlaşılacağı gibi, orta beyin, beynin arka beyin ve ön beyin arasında bulunan orta kısmıdır. Orta beyin özellikle işitme ve görme için önemlidir. Ayrıca beyinde acı/ağrının kayıt edildiği birkaç bölgeden biridir.
Beyin sapı tarafından desteklenen, beyin sapı üzerinde tomurcuklanmış gibi duran ve kafatasına uymak için bükülmüş olan bölüm ön beyindir. Ön beynin merkezinde, az çok doğrudan beyin sapı üzerinde bulunan, iki yumurta şeklindeki yapı talamusu oluşturur. Talamus; koku dışında, tüm vücuttaki duyu alıcılarından gelen mesajı geçirir ya da iletir. Beynin bir bölümünden diğerine iletilen bu mesajların çoğu aynı zamanda talamustan geçer. Talamusta bulunan nöronların bazılarının beyin kabuğundaki merkezlerin faaliyetlerini düzenlemede önemli olduğu görülmektedir. Bazıları ise sinir sisteminin beyin ve omurilik dışında kalan bölümlerinin faaliyetlerini kontrol eder.
Talamusun altında bulunan küçük yapıya hipotalamus adı verilir. Ön beynin bu bölümünün, pek çok güdü üzerinde büyük etkisi vardır. Hipotalamusunu bölümleri, yeme, içme, cinsel davranışlar, uyku ve vücut ısısını kontrol eder. Hipotalamus ayrıca kızgınlık, dehşet ve hoşnutluk gibi duygusal davranışlar ile de doğrudan ilgilidir. Ayrıca, hipotalamusun, stres sırasında sinir sistemi faaliyetlerinin koordinasyonunun sağlanmasında ve düzenlenmesinde temel bir rol oynadığı görülmektedir.
Beyin sapı, talamus ve hipotalamusun üzerinde bulunan iki beyin yarımküresinin en dış yüzeyine beyin kabuğu adı verilir. Bunlar "beyin" dendiği zaman pek çok kişinin ilk aklına gelen yapılardır. Fakat gördüğümüz gibi, "beyin" gerçekte ön beyin, orta beyin ve arka beyinden oluşur. İki beyin yarımküresi kafatası içindeki boşluğun pek çoğunu kaplar. Beyin yarımküreleri sinir sisteminin en son evrimleşen kısmıdır ve insanlarda diğer hayvanlara göre daha fazla gelişmiştir. İnsan beyninin ağırlığının yaklaşık %80 ini oluştururlar ve merkezi sinir sistemindeki nöronların yaklaşık %70'ini içerirler. Eğer açılacak olurlarsa, 60-90 cm2'lik bir alan kaplarlar ve daktilo edilmiş bir sayfadaki bir büyük harfin kalınlığı kadar olabilirler. Kafatasına uymak için, beyin yarımküreleri girintili çıkıntılı kıvrımlar örüntüsü geliştirmiştir. Bu tepeler ve vadilere kıvrımlar adı verilir. Her bireyde bu kıvrımlar parmak izleri gibi benzersiz bir örüntü oluşturur.
Her iki beyin yarımküresi benzersiz bir görünüme sahip olmasına rağmen, beyin kabuğu üzerindeki bir dizi işaret genel işlev alanlarını belirlememizi sağlar. Beyin kabuğu, dikey bir "vadi" ya da "çatlak" ile yaklaşık olarak ön ve arka olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. Bu bölen çizginin önündeki kortikar alanlar (motor alanlar) vücut hareketlerinin planlanması, birbirini izlemesi ve ortaya konması ile ilgilidir. Bu sınırın arkasındaki kortikar alanlar (duyusal alanlar) ise duyularımızdan gelen bilgilerin işlenmesi ve birleştirilmesi ile ilgilidir. Beyin yarımkürelerinin her biri dört büyük bölüme ya da loba ayrılmıştır. Birbirlerinden beyin kabuğu üzerindeki derin yarıklar ya da çatlaklar ile ayrılırlar. Bu lobların üçü her yarımkürenin öncelikle duyusal bilgiyi işleyen arka kısmında bulunur. Her beyin yarımküresinin kalan lobu ön kısımda bulunur ve öncelikle hareketlerimizin bütünleştirilmesi ile ilgilidir.
Anatomi dersine düşmüş olduğunuzu hissedebiliyorum. Ancak beyinsel fonksiyonlarımızın bilinç ve bilinçdışı sistemlerimize olan alakasından bahsetmeden konuların özüne dalmak istemiyorum.
İlerleyen bölümlerimizde, beynin ve merkezi sinir sisteminin algılarımız, zihinsel yönelimlerimiz ve davranışlarımızı nasıl manipüle ettiğinden bahsedeceğim.
Beyin
Beyin sinir sisteminin en etkileyici kısmıdır. Vücudumuzdaki nöronların %90'ından fazlasını içerir. Beyin farkında olma ve mantık yürütmenin, öğrenme, bellek ve duyguların merkezidir. Ne yapacağımıza karar veren ve bu kararların doğru ya da yanlış olduğunu değerlendiren parçamızdır. Ayrıc, farklı bir şekilde davrandığımızda da sonucun ne olacağını tahmin eder. İnsan embriyosunda beyin şekil almaya başlar başlamaz, üç ayrı bölümden oluştuğunu görebiliriz; Arka beyin, orta beyin ve ön beyin.
Arka beyin, çok ilkel omurgalılarda bile bulunduğu için, beynin ilk evrimleşen bölümü olduğuna inanılmaktadır. Arka beynin omuriliğe en yakın olan kısmı medulladır. Yaklaşık 3,5-4 cm uzunluğunda dar bir yapıdır. Medulla nefes alıp verme, kalp atışı ve kan basıncı gibi işlevleri kontrol eder. Ayrıca medulla bedenden gelen birçok sinirin daha üst beyin bölgelerine geçmek için kullandığı alandır. Bedenin sol yarısından gelen aksonlar beynin sağ tarafına ya da sağdan gelenler sol tarafına geçerler.
Pons, medullanın üzerinde bulunur ve arka beynin beyincik adı verilen bölümünü beynin üst kısmına bağlar. Ponsda üretilen kimyassal maddeler uyku-uyanıklık döngüsünü sürdürmemize yardımcı olur. Beyinci iki yarımküreden oluşur ve çeşitli işlevleri yerine getirir. Özellikle denge ve ilgili refleksleri kontrol eder ve hareketlerin yeterli bir dizi içinde bir arada bulunmasını sağlamak için vücudun faaliyetlerini düzenler. Beyincik hasarı titremeler, denge kaybı ve koordinasyon bozukluğu gibi hareketlerde ciddi problemlere neden olur.
Pons ve beğinciğin üst kısmında, beyin sapı, orta beyni oluşturmak için genişler. Adından da anlaşılacağı gibi, orta beyin, beynin arka beyin ve ön beyin arasında bulunan orta kısmıdır. Orta beyin özellikle işitme ve görme için önemlidir. Ayrıca beyinde acı/ağrının kayıt edildiği birkaç bölgeden biridir.
Beyin sapı tarafından desteklenen, beyin sapı üzerinde tomurcuklanmış gibi duran ve kafatasına uymak için bükülmüş olan bölüm ön beyindir. Ön beynin merkezinde, az çok doğrudan beyin sapı üzerinde bulunan, iki yumurta şeklindeki yapı talamusu oluşturur. Talamus; koku dışında, tüm vücuttaki duyu alıcılarından gelen mesajı geçirir ya da iletir. Beynin bir bölümünden diğerine iletilen bu mesajların çoğu aynı zamanda talamustan geçer. Talamusta bulunan nöronların bazılarının beyin kabuğundaki merkezlerin faaliyetlerini düzenlemede önemli olduğu görülmektedir. Bazıları ise sinir sisteminin beyin ve omurilik dışında kalan bölümlerinin faaliyetlerini kontrol eder.
Talamusun altında bulunan küçük yapıya hipotalamus adı verilir. Ön beynin bu bölümünün, pek çok güdü üzerinde büyük etkisi vardır. Hipotalamusunu bölümleri, yeme, içme, cinsel davranışlar, uyku ve vücut ısısını kontrol eder. Hipotalamus ayrıca kızgınlık, dehşet ve hoşnutluk gibi duygusal davranışlar ile de doğrudan ilgilidir. Ayrıca, hipotalamusun, stres sırasında sinir sistemi faaliyetlerinin koordinasyonunun sağlanmasında ve düzenlenmesinde temel bir rol oynadığı görülmektedir.
Beyin sapı, talamus ve hipotalamusun üzerinde bulunan iki beyin yarımküresinin en dış yüzeyine beyin kabuğu adı verilir. Bunlar "beyin" dendiği zaman pek çok kişinin ilk aklına gelen yapılardır. Fakat gördüğümüz gibi, "beyin" gerçekte ön beyin, orta beyin ve arka beyinden oluşur. İki beyin yarımküresi kafatası içindeki boşluğun pek çoğunu kaplar. Beyin yarımküreleri sinir sisteminin en son evrimleşen kısmıdır ve insanlarda diğer hayvanlara göre daha fazla gelişmiştir. İnsan beyninin ağırlığının yaklaşık %80 ini oluştururlar ve merkezi sinir sistemindeki nöronların yaklaşık %70'ini içerirler. Eğer açılacak olurlarsa, 60-90 cm2'lik bir alan kaplarlar ve daktilo edilmiş bir sayfadaki bir büyük harfin kalınlığı kadar olabilirler. Kafatasına uymak için, beyin yarımküreleri girintili çıkıntılı kıvrımlar örüntüsü geliştirmiştir. Bu tepeler ve vadilere kıvrımlar adı verilir. Her bireyde bu kıvrımlar parmak izleri gibi benzersiz bir örüntü oluşturur.
Her iki beyin yarımküresi benzersiz bir görünüme sahip olmasına rağmen, beyin kabuğu üzerindeki bir dizi işaret genel işlev alanlarını belirlememizi sağlar. Beyin kabuğu, dikey bir "vadi" ya da "çatlak" ile yaklaşık olarak ön ve arka olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. Bu bölen çizginin önündeki kortikar alanlar (motor alanlar) vücut hareketlerinin planlanması, birbirini izlemesi ve ortaya konması ile ilgilidir. Bu sınırın arkasındaki kortikar alanlar (duyusal alanlar) ise duyularımızdan gelen bilgilerin işlenmesi ve birleştirilmesi ile ilgilidir. Beyin yarımkürelerinin her biri dört büyük bölüme ya da loba ayrılmıştır. Birbirlerinden beyin kabuğu üzerindeki derin yarıklar ya da çatlaklar ile ayrılırlar. Bu lobların üçü her yarımkürenin öncelikle duyusal bilgiyi işleyen arka kısmında bulunur. Her beyin yarımküresinin kalan lobu ön kısımda bulunur ve öncelikle hareketlerimizin bütünleştirilmesi ile ilgilidir.
Anatomi dersine düşmüş olduğunuzu hissedebiliyorum. Ancak beyinsel fonksiyonlarımızın bilinç ve bilinçdışı sistemlerimize olan alakasından bahsetmeden konuların özüne dalmak istemiyorum.
İlerleyen bölümlerimizde, beynin ve merkezi sinir sisteminin algılarımız, zihinsel yönelimlerimiz ve davranışlarımızı nasıl manipüle ettiğinden bahsedeceğim.
7 Ocak 2013 Pazartesi
İNSAN BEYNİNİN YAPISI VE İŞLEYİŞİ
Beyninizin %80'i aslında sudur ama geri kalanı fiziksel ve biyokimyasal parçalardan oluşur Büyüklük açısından sıra dışı bir organ olmasa da, gücü kesinlikle sıra dışıdır. Ortalama 70 kiloluk bir insanın vücut ağırlığının sadece %2'sini oluşturmasına rağmen, beyniniz vücudunuzda dolaşan oksijen ve şekerin %25',ni kullanır. Genel olarak beynin anatomik yapısı iki tür fonksiyona ayrılır; yönetici (entelektüel fonksiyonlar) ve hareketlilik (hareket ve saf duyguya dayalı)
Kafatası
Beyin katı bir yumurta kıvamında olduğundan, doğum sırasında bile bir kafatası tarafından korunması gerekir (doğum sırasında kafatası, doğum kanalından geçişi kolaylaştırması için iç içe geçmiş gibi görünen esnek parçalardan oluşur; doğumdan sonra bu plakalar birleşir ve zaman içinde taşlaşır)
Nöronlar
Beyninizde, yan yana dizildikleri taktirde toplam uzunluğu 45 bin kilometreyi bulacak olan 100 milyar nöron vardır. Bu sinir hücrelerinin her biri, vücudunuzun uygun şekilde hareket edebilmesi için diğer bir nörona aktarılması gereken bilgi parçacıkları içerir. Nöronlar bilgi içerirler ama diğer bir nöronla bağlantı kuramadıkları sürece işe yaramazlar. İşte nöron uçlarının devreye girdiği yer burasıdır. Bunlara "dendrit" denir. Dendrit sinyalin diğer nöronlara nasıl gönderileceğini, nasıl alınacağını ve nasıl aktarılacağını kontrol eder.
Nörotransmitterler
Beyninizdeki kimyasal habercilerdir. Bir nöronu harekete geçirdiğinizde, nörotransmitterler nöronlar arasında bilgi göndermek ya da almak için işaret verirler. Nörolojik bir rahatsızlığınız olduğunda, sorun genellikle bir nörotransmitterdeki kusurdan kaynaklanır. Eğer bir bilgi parçasını başka bir nörona aktarmazsa, belli bir işe nasıl yapacağınızı da bilemezsiniz. Ayrıca, belli nörotransmitterlerin fonksiyonlarındaki doğal bir gerilemenin, sizi depresyon gibi ruhsal rahatsızlıklara karşı daha savunmasız bıraktığı bilinmektedir.
Bebekliğimizde, bütün bu beyinsel malzemelerimiz küçük bir yerde odaklanır. Tıpkı ağaç dalları gibi birbirleriyle iç içe geçerler. Bu karmaşık anatomi, karar vermek gibi bazı şeyleri yapmayı zorlaştırır. Çünkü iç içe geçen yapılar, beynimizin sadece bir şeye odaklanmasını neredeyse imkansızlaştırır. Üç, dört, beş yaşlarındayken beynimiz, yaşımız büyüdükçe hangi dalların gelişeceğine ve hangilerinin geri kalacağına karar verir. Dolayısıyla küçükken beynimizin hangi bölümlerini daha çok kullanırsak, o türde nöronları daha çok üretiriz. Kullanmadığımız nöronlar için de tam tersi geçerlidir. Küçük yaşlarda beynimizi eğitme tarzımızın, hangi nöron türlerinin gelişeceği ve hangilerinin gelişmeyeceği üzerinde güçlü bir etkisi vardır. (Günümüzde en fazla benimsenen teoriye gör, otistik çocuklarda bu kullanılmayan bağlantılar körelmez. Çünkü etrafında olup biten çok fazla şey vardır) Bu, dikkat dağınıklığı sorunundan farklıdır. Çünkü dikkat dağınıklığı sorunu, konsantrasyon becerisiyle ilgilidir. Aslında çoğumuz çocukluğumuzda bu sorunu yaşarız ve bu konuya odaklanmakta yaşadığımız zorluğu yetişkinlik çağımızda da sürdürebiliriz.
Nörolojik gelişimin açıklanması, beyinlerimizin neden farklı yaşlarda farklı şekillerde hareket ettiğini açıklamaya yetmeyebilir. Çocukken müzik dinlememişsek, kayak yapmayı veya fransızca konuşmayı öğrenmemişsek, yetişkinlikte bunları yapmamız daha zordur. Çünkü o nöron bağlantıları gelişmediği için, gerekli bilgileri yeterince işlemden geçiremez.
Ancak belki de yapılması gereken en önemli ayrım şudur: Geleneksel olarak, beyinsel bozukluklar iki türe ayrılır. Birincisinde, beyinsel bozukluğun görünür bir fiziksel, nörolojik ve tıbbi açıklaması vardır: felç, hafıza kaybı ve Parkinson hastalığı gibi... İkincisinde, beyinsel bozukluğun hiçbir nörolojik açıklaması yoktur: Depresyon, endişe ve kişilik bozuklukları gibi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)